BUHARLI MAKİNENİN İCADI (İLK TEKNOLOJİK DEVRİM)
BUHARLI
MAKİNENİN İCADI (l750)
İLK
TEKNOLOJİK DEVRİM
Matematiğin
sanayiye uygulanması sonucu verimi kesintisiz olarak artıran Batının, “öteki” dünyaya
ezici üstünlük sağlama yoluna girmesi
Avrupa 1492’de bir mucize
ile karşılaşmıştı. Dünya üzerinde yepyeni, geniş ve bakir topraklara
ulaşılmıştı. Yeni gittikleri topraklarda ciddi hiçbir rakip yoktu. Karşılarında
kılıçları bile olmayan gariban topluluklar vardı. Birbirlerinin rakibi, yine
kendileriydi yani diğer Batı Avrupa Devletleriydi. Batı Avrupa’nın en az yirmi
katı olan yeni yerlerin yer altı ve yerüstü maddi ve manevi zenginliklerini
kolayca sömürdüler. Buna rağmen bir türlü beklenen ilerlemeyi sağlayamadılar.
Çünkü altyapıları yeterli değildi. Hâlbuki düşünüldüğünde keşiflerin çok önemli
olduğu anlaşılır. Günümüzde uzayla ilgili çalışma yapanlar bile, ilerisi için
1492 keşfinde olduğu kadar önemli bir getiri beklemiyorlar. (Burada bazı
sorular akla geliyor. Acaba aynı şans Osmanlı Türklerinin karşısına çıksaydı
sonuç ne olurdu? Hem sağlanacak gelişmeler hem de yok edilen medeniyetler
açısından. 1500’lü yıllardaki Osmanlı Türklerinin ilimde, mimaride, sanatta, teknikteki
ileri durumlarını ve hoşgörülü yaklaşımlarını dikkate aldığımızda sonucun
farklı olması ihtimali çok yüksek.)
Bu mucize keşiflere rağmen
İspanya ve Fransa maddi zorlukların içerisine düştüler. Sadece İngilizler,
Kraliçe I. Elizabeth’in sayesinde en az harcama ile en çok gelir getirecek yolu
bulmuşlardı. Çünkü İngilizler, deniz güçlerini artırdılar. İspanyolların
Amerika’dan büyük zahmetlerle getirdikleri değerli mallara korsanca anlayışla
deniz üzerinde el koymaya çalıştılar.
Bu dönemde İspanyollar
Kilise baskısı altındaydı. Fransızlar köylü kültürünün ağırlıklı olduğu yapıda
idiler. İngilizler ise ticarete daha yatkındılar. Nitekim İngilizlerin
uyguladıkları mali politikalar, diğer devletlere göre hep daha akıllıca idi.
Orduları da rakiplerine göre daha az sayıda idi. Korsanca anlayış sonunda az
harcamayla çok gelir elde edince eğitime önemli bir pay ayırabildiler. Belki
halkı değil ama soyluları eğitmek için gayret sarf ettiler.
İngilizlerin bu davranışları
250 yıl sonra semeresini verdi. Matematik sanayiye uygulandı, buharlı makine
icat edildi. Bu buluş sanki 1492 keşfine eşdeğerdi. Keşifler ve buharlı
makinenin icadı birbirini tamamladı. Ancak, İngiltere’de 1750 yılında
gerçekleşen bu gelişme elbette her şeyi bir çırpıda değiştirmedi. (Türkiye’de,
bir kişinin uygulayacağı politikalardan mucize sonuçlar bekleyenler oluyor.
Bekleyenlere buharlı makinenin icadının bile hemen sonuç vermediğini hatırlatmak
isterim.)
Buharlı makinenin keşfi
başlangıçta, yalnız belirli imalat dallarını ve belirli üretim araçlarını etkiledi.
Ayrıca, işsiz kalmaktan korkan halk bu yeniliklere karşı ciddi bir mücadele
verdi. Yine de, halkın korktuğu başına geldi. Başlangıçta işsizlik görüldü.
Ancak verimin kesintisiz artması sonucu P. Kennedy’e göre (Yirmibirinci Yüzyıla
Hazırlanırken, s.9) İngiltere’de, 1801-1911 arasında nüfus 4 kat artmasına
rağmen, GSMH yaklaşık 14 kat arttı.
İngiltere, 1800’lerden
itibaren çok büyük bir hızla kalkındı. Ama acaba İngiliz halkı ne kadar
kalkındı? Bunu, kişi başına düşen milli gelir rakamlarına bakarak anlayamayız.
Zaten o dönemde bugünkü gibi gelir dağılımı istatistikleri de yapılmıyordu. Bu
nedenle soruya en iyi cevabı, ülkeden göç edenlerin sayısı, durumları ve göç
nedenleri verebilir. P.Kennedy’nin verdiği rakamlara göre (Yirmibirinci Yüzyıla
Hazırlanırken, s.7) 1815-1914 yılları arasında, yaklaşık 20 milyon İngiliz, imparatorluk
kurarak zenginleşmiş olan İngiltere’yi terk etti. Hem de okyanustaki her türlü
ölüm, korsanlık tehlikelerine rağmen ve insanlık dışı şartlar altında. 1900
yılında İngiltere’nin nüfusunun 41 milyon olduğu düşünülürse göçün azameti daha
iyi anlaşılır.
Göçlerin küçük bir kısmını,
resmi görevle gittiği halde geri dönmeyenler ve daha iyi hayat şartları arayan
serüvenciler oluşturuyordu. Diğer taraftan bu göçlerin olduğu dönem,
BüyükAvrupa Barışının yürürlükte olduğu zamandı. Yani insanlar ülkelerindeki iç
ya da dış savaştan da kaçmıyorlardı. Güya verilere göre çok zenginleyen
ülkelerindeki yoksulluktan ve baskılardan kaçıyorlardı.
Zenginleşmenin halka pek
yansımadığının diğer bir göstergesi de, sanayide ve madenlerde çalışan
işçilerin durumudur. P.Kennedy’ye göre (Yirmibirinci Yüzyıla Hazırlanırken s.9)
bu işçiler, günde 12-14 saat ve çok ağır çalışma şartları altında çalıştılar.
Hiçbir sosyal güvenceleri de yoktu.
Bu ezilerek çalışma temposu
en az iki nesil sürdü. Hem de sadece İngiltere’de değil bütün Batıda. Ancak iki
nesil sonra torunlar, uğrunda dedelerinin çok ağır bedel ödedikleri
sanayileşmenin genel refah artışından yararlanmaya başlayabildiler.
P. Kennedy’ye göre (s.176 ve
225) İngiltere’de başlayan bu sanayi devrimi, Avrupa devletleri ve ABD ile
sınırlı kaldı. Üçüncü dünya ülkelerine neredeyse uğramadı. Zaten sosyo-ekonomik
açıdan da sömürülenlerin, sömürgeciler başlarında iken bu devrimden
yararlanmaları imkânsızdır.
Nitekim bazı Batılı
düşünürlerin dile getirdikleri önemli bir olgu, Batılı sömürgecilerin farklı olanı
ve “öteki”ni yok etmeye çalıştığıdır.
Avrupa ve ABD’de üretimdeki
kesintisiz verim artışına karşın, Üçüncü Dünya ülkelerinde verim aynı
kaldığından aralarındaki fark hızla açıldı. Diğer taraftan Üçüncü Dünya
ülkelerindeki nüfus artışı da, Avrupa’dan daha yüksek gerçekleşti. Sanayi devriminin
başlarında İngiliz ve Hindistan halkları hemen hemen aynı fert başına
sanayileşme seviyesindeydiler. Bu yıllar bölgede Babür Türk Devletinin
zayıfladıkları, ama egemenliklerinin sürdüğü dönemdi. Bölge 1856 yılında tamamen
İngiliz egemenliğine geçti. 1900 yılına gelindiğinde ise Hindistan’ın
sanayileşme seviyesi, İngiltere’nin sadece yüzde birine kadar düşmüştü.
P.Kennedy’nin verdiği rakamlara göre (Yirmibirinci Yüzyıla Hazırlanırken,
s.12), Hindistan 1814’te 1 milyon yarda pamuklu dokuma ithal ederken bu rakam,
1830’da 51 milyona; 1870’te 995 milyon yarda gibi akıl almaz bir miktara
ulaştı. (1 yarda, 0.91 metredir.)
Paul Kennedy’nin verdiği
rakamlara göre (s.175), 1750 yılında “dünya imalat verimi içindeki nisbi
paylar” karşılaştırıldığında, bir bütün olarak Avrupa yüzde 23,2 iken Üçüncü
Dünya ülkeleri ve Japonya yüzde 76,7 idi. Halbuki 1900 yılına gelindiğinde ise,
Avrupa yüzde 62; ABD yüzde 23,6; Japonya 2,4; Üçüncü Dünya ülkeleri ise yüzde
11 idi. Yani Avrupa ve ABD ile Üçüncü Dünya Ülkeleri arasındaki fark ters yönde
açılmıştı. (1750 yılındaki imalat verimlerinde Üçüncü Dünya Ülkeleri denilen
yerlerin önemli bir bölümünde (Orta Asya, Kuzey Hindistan, Afganistan, İran, Karadeniz’in
Kuzeyi, Osmanlı toprakları) Türkler hâkimdi. Demek ki Türkler, üretken
insanlardı. Bu konuda Türklerin Ticari Tarihleri makalesinde daha geniş bilgi
verilmektedir.)
Matematiğin sanayiye
uygulanmasıyla, verim kesintisiz artmış ve ülkeler arasındaki fark, insanlık
tarihinde görülmemiş bir şekilde değişmişti. Ancak ilginçtir, teknikteki bu
gelişme Batının egemen olduğu ülkelerde görülmedi. Çünkü Batılılar (kişisel
gayretler hariç), sömürdükleri ülkelerin insanlarının gelişmelerini
istemediler. Bu davranışlarındaki hataları yetmezmiş gibi, kendileri
zenginledikleri halde egemenlikleri altındaki ülkelerde ciddi eserler
yapmadılar. Bıraktıkları eserlerin hemen tamamı, iş gereği yapılanlardır. (Hâlbuki
Türkler, her gittikleri yerleri vatan olarak gördüler ve çok güzel imar
çalışmaları yaptılar. Türklerin bir dönem egemen oldukları bölgelerde
yaşayanlar halen, Türkler zamanında yapılan eserlerle övünmektedir. Bu konuda
Müslüman Türklerde Mimarlık, Bilim ve Sanat makalesinde daha geniş bilgi
verildi.)
Yorumlar
Yorum Gönder