BAYRAM KITLAMASI

YÜCE YARADAN’IN YOLUNDA YÜRÜMEYE GAYRET EDEN EVRENDEKİBÜTÜN KULLARININ BAYRAMINI KUTLARIM

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KITLAMASI için yorumlar kapalı

KADİR GECESİNİN ANLAMI ÜZERİNE

KADİR GECESİNİN ANLAMI ÜZERİNE

 

Uzun yıllar önce, kendi kendime aldığım notlarımda, Kadir Gecesinin, Ramazan ayında olması diye bir şart olmadığını belirtmiştim. Yılın herhangi bir gününün gecesinin, Kadir Gecesi olabileceği inancındaydım.

Böyle düşünmemin sebebi, Kadir Gecesiyle ilgili olarak gerek âlimlerin, gerekse hocaların yaptıkları yorumlara gösterdiğim tepki idi. Önce surenin ayetlerine bakalım:

Kadir Suresinde 97/3üncü ayetinde bahsedildiğine göre Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. 4üncü ayete göre, O gece melekler ve Ruh, Rabbinin izniyle her iş için yeryüzüne inerler. 5inci ayetinde bahsedilen de, tan yeri ağarıncaya kadar esenliktir.

Yapılan yorumların hemen hepsi, şu mantıkla yapılmıştı. Ayetteki “o gecenin bin aydan hayırlı olduğu” ifadesini, o gece yapılacak duaların, bin ayımızın affedilmesine vesile olacağı şeklinde yorumluyorlardı. En azından, halkta böyle bir algı oluşturuluyordu. Beşinci ayetteki, “tan yeri ağarıncaya kadar esenlik” sözü, selâmete çıkma, affedilme olarak görülüyordu. Bin ay, yaşamımızda çocukluğumuzdan sonraki kalan süre dikkate alındığında, bir insan ömründen uzun olduğuna göre, sadece bir gecede yapılan dualarla, bütün ömrümüzü kurtarmış oluyorduk. Hattâ, İmam Gazali gibi âlimler bununla da yetinmemişlerdi. O ve onu takip edenler, herhangi bir günün herhangi iki namazı arasında veya belli saatlerde yapılacak bazı dualarla, o sıralarda yaşadığımız sıkıntılardan kurtulacağımızı, şu kadar sayıda sevap kazanacağımızı veya nimetlere gark olacağımızı söylüyorlardı. Evimizde iken yaptığımız bu dualar bu kadar çok işe yaradığına göre, eski dönemde meşakkatli bir seyahat sonrasında ulaşılan hac ziyaretinde yapılan duaların, bizi annemizden doğduğumuz gibi günahsız yapması kaçınılmazdı.

Bu kolaycı anlayış, benim İslâmiyet’ten anladığımla uyuşmuyordu. Bir insan, her türlü zalimliği ve soysuzluğu yaptıktan sonra, sadece bir gecenin bir anında yapacağı bir dua ile affedilmesi, bana mantıklı gelmiyordu. Elbette, rahmeti en geniş olan Allah, her istediğini yapardı. Ama bir eksiklik hissediyor, fakat ne olduğunu bulamıyordum.

Ben de, çıkış yolu olarak, Kadir Gecesinin hangi gece olduğunun belli olmaması gerektiği üzerine yoğunlaştım. Bu gecenin, Ramazan ayının içerisinde bile olmayabileceği, yılın herhangi bir gecesi olabileceği fikrine ulaştım. Bu fikrimi güçlendirmek için, Kur’an’da bu hususun bahsedildiği Bakara Suresi 2/185inci ayeti kendimce yorumlamaya çalıştım.

Ayeti yorumlayanların hemen hepsi, Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiğini yazıyordu. Ben de, kendi fikrime destek bulabilmek için, ayette geçen “unzile” yani ”indirildi” sözünün, “bahsedildi” veya “anlatıldı” anlamında olduğunu düşündüm. Böyle düşününce, ayetin yorumunu şöyle yaptım: “O Ramazan ayı ki, insanları irşat için, hak ve batılı ayıran, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur’an’da bahsedildi…”

Bu yorumuma göre Kadir gecesi, yıl içerisinde herhangi bir gece olabilmişti. Dolayısıyla, günahlarımızın affedilebilmesi için, her günümüzü Kadir Gecesi imiş gibi geçirmemiz gerekiyordu. Böylece, İslâmiyet’teki, güzelliklerin devamlılığı kuralına da uyulmuş olunuyordu. Halk arasında söylenen “Her geceyi Kadir, her geleni Hızır bil” sözü de, benim ulaştığım yorumu destekliyordu.

Biraz rahatlamama rağmen, yaptığım yorumla ilgili olarak, içimin bir yerinde, Kur’an’ı, kendi anlayışıma uydurmaya çalışmamdan doğan bir burukluk vardı. Aradan geçen birkaç yıl boyunca bu burukluk devam edince, Kur’an’ı tekrar incelemeye başladım. Ama bu defa, doğrudan Kadir Gecesinin bahsedildiği ayetleri değil, bu konuyla dolaylı olarak bağlantı kurulabilecek başka ayetleri bulmaya çalıştım.

İsra Suresi 17/8: “Olur ki, Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz tekrar dönerseniz, Biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık.”

Benzer ifadeler, Enfal Suresi 8/19’da, fetih istedikleri için fetih verilen Müslümanlar için de, “siz dönerseniz, Biz de döneriz” şeklinde söyleniyordu.

Bu ayetleri görünce şöyle düşündüm. Demek ki, merhameti en geniş olan Yüce Yaradan, bizi istediği an affedebilirdi. Ama bizi bağışlarken, bizden beklediği de vardı. Bizden, aynı hatayı tekrar yapmamamızı bekliyordu. Eğer biz af diledikten sonra, dönüp aynı yanlışları veya benzerlerini tekrar yaparsak, bizi yaratan Tanrı da, döneceğini ve bizi cehennemine atacağını söylüyordu.

Bu ayetlerle Kadir Suresinin yorumlarını birleştirince, şu fikre ulaştım. Yüce Yaradan,  Kadir Gecesi yaptığımız dualardan dolayı –tıpkı başka zamanlarda yaptığımız dualarımızın bazılarına icabet ederek yaptığı gibi- bizi affedebilirdi. Ama affettikleri, bizim geçmişimizdi. Gelecekte, eğer biz yine aynı yanlışları yaparsak, Tanrı’mız, bizi affetmeyi durdurup, belki de, geçmiş günahlarımızı da hesaba katarak, bizi cehennemine atacaktı.

Kur’an’ı incelemem devam ederken, Kadir Gecesiyle, yukarıdaki ayetlere göre daha çok bağlantılı olan Nasr Suresini gördüm. Bu surenin, Kur’an’ın en son inenlerinden olduğuna, İslâm âlimleri hemfikirdir.

110/1. Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,

  1. Ve insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,
  2. Rabbini överek tespih et, O’ndan bağışlanmanı dile, çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.

Sureden anlaşılacağı üzere, hitap edilen kişi, peygamber olan Hz. Muhammed’dir. Şimdi düşünelim. Hz. Muhammed’in, kendisine vahyin geldiği ilk geceyi hatırlamaması mümkün müdür? Vahiy gelince korkarak evine geldiği ve yatağa yatıp, yorganını üzerine sıkıca örttüğü Kur’an’da bahsedilen bu insan ve evdeki hanımı, o geceyi hatırlamazlar mı? Diyelim ki heyecandan tam gününü bilemediler. Fakat en azından, birkaç gün farkla bilmemeleri imkânsızdır.

Kur’an’ın vahiy yoluyla inmeye başladığı günü, en azından, üç aşağı beş yukarı bilen Hz. Peygamberin, Kadir Suresi inince ne yapması beklenir? Elbette, hemen o günlerde dua ederek günahlarının affedilmesini talep etmesi en beklenilen davranıştır.

Diğer yandan, İsra Suresi 17/79’uncu ayetle, gece namazı Hz. Peygambere farz kılınmıştır. Hz. Muhammed de bu emre uyarak, her gece uykusundan kalkıp, namazını eda etmiştir.

Şimdi tekrar düşünelim. Hz. Peygamber, vahyi almaya başladığı, yani Kur’an’ın inmeye başladığı günü hatırlamasa bile, her gece kalkıp dua etmektedir. Dolayısıyla bu gecelerden birisi, mutlaka Kadir Gecesine denk gelmiş olacaktır. Diğer geceler yaptığı dualar kabul edilmemiş olsa bile, Kadir Gecesi yapacağı dua –hocaların anlatımlarına göre- kabul edilmiş olacağı için, 84 yıllık bir ömrün günahlarının affedilmesi beklenir.

Ama Nasr Suresi 3üncü ayetinde “Allah’tan bağışlanmanı dile” denildiğine göre, durum öyle değil demektir. Hattâ, İsra Suresi 79uncu ayete göre her gece namaz kılıp dua etmesine rağmen, ömrünün son döneminde, affedilmesi için yalvarmasının istendiği Nasr Suresi inmiştir. Demek ki, sadece Kadir Gecesinde yapılan değil, diğer gecelerde yapılan duaların da, Hz. Muhammed’in geleceğini kurtarmadığı açıktır. Affedilenler olduysa bile, geçmiştekiler olduğu anlaşılmaktadır.

Daha sonra, yukarıda bahsettiğim ayetlerin hepsini birden değerlendirmeye çalıştım. Bu irdelemelerimin sonrasında vardığım sonuç şöyleydi. Bin aydan daha hayırlı olduğu ifade edildiği için mübarek kabul edilen Kadir Gecesi, bu özelliğini, Kur’an’ın, o gece inmeye başlamasından almıştı. Demek ki, mübarek olan ve bin aydan hayırlı olan Kur’an’ın kendisiydi. Kadir Suresinde anlatılmak istenilen, bizim Kur’an’a uygun bir şekilde yaşamamız idi. Asıl olan gece değil, asıl olan, o geceyi şereflendiren Kur’an idi.

Zaten, ay takvimi ile güneş takviminin farkları dikkate alındığında, Kur’an’ın ilk inmeye başladığı tarihten günümüze kadar, yılın her gecesi, Kadir Gecesi olma şerefine erişmişti. Diyelim ki, Kadir Gecesinin tarihi Kur’an’da bildirildi. Ramazan ayının falan günü denildi. Yine de, ay ve güneş takvimi farkından dolayı, bizim bu yıl kutladığımız gece ile önceki yıllarda kutladığımız geceler, farklı tarihlerdeki geceler olacaktı. Dolayısıyla, geceleri şereflendirenin, Kur’an olduğu kesin idi.

Belki de atalarımız bu gerçeği anladıkları için, “her geceyi Kadir, her geleni Hızır bil” demişlerdi. Böylece geceleri şükür ve dualarımızla, gündüzleri de yaptığımız iyiliklerle, hayır ve hasenatlar ile geçeceğinden, Kur’an’a uygun yaşamış olacaktık.

Belki de bizler, kendi menfaatlerimizden başka bir şeyi pek düşünemediğimizden, kurtuluşu böyle gecelerde aramıştık. Kadir Gecesinin Kur’an’da net belli olmaması sebebiyle de, kendimize yeni geceler bulmuş ve onları kutlamaya başlamıştık.

Eğer, kutlamalar yaparken hedefimiz, büyüklerimizi, eşimizi, dostumuzu ziyaret ederek veya arayarak hatırlarını sormak ise, güzel bir gelenek olarak görülebilir. Ama eğer kutlamalarımızdaki hedefimiz, yaptığımız her türlü yanlışı bilen Yüce Yaradan’ın, bizleri affetmesini beklemek ise yanlıştayız demektir. Çünkü böyle düşününce, hem bu dünyada, istediğimiz gibi kendi arzularımız doğrultusunda yaşamayı, hem de ahirette cennette yaşamayı amaçlamış oluyoruz. Dolayısıyla, Kur’an’ın emir ve yasaklarına uygun yaşamak zorunda kalmadan, sadece kandil gecelerinde dua ederek, cennete gidecektik.

Hâlbuki böyle bir anlayış, Kur’an’a tamamen zıttır. Bakara Suresi 82inci ayette bahsedildiği gibi, Yüce Yaradan, bizden hem inanmamızı, hem de salih amel işlememizi istemektedir. Bunlardan birisi eksik olursa, hiçbir işe yaramamaktadır. Tek olan Tanrı’ya inanmadan ve Onu inkâr ederek güzel işler yapmamızın bir anlamı olmadığı gibi, inandığımızı söylememize rağmen, güzel işler yapamazsak, yine bir anlamı olmamaktadır. Bu dünyada huzurlu yaşamayı, ahiret hayatında da cennette yaşamayı arzu ediyorsak, hem iman etmeli, hem de güzel işler yapmalıyız.

O halde, atalarımızın “her geceyi Kadir bil, her geleni Hızır bil” deyişini unutmadan, iman ile ameli birlikte götürmeye gayret etmeliyiz. Her an –mümkün olduğu kadar- böyle davrandığımızda, yapacağımız duaların kabul edilmeye başlandığını yaşayarak görmemiz ihtimali artacaktır.

Ama unutmayalım ki, gelecek günahlarımızın affı diye bir anlayış, Kur’an’ın özüne uygun değildir. Affedilenler olduysa, bunlar geçmiş hatalarımızdır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KADİR GECESİNİN ANLAMI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 2

DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 2

 

Bilindiği gibi, geleneklerin içerisinde, uzun yıllarda süzülüp gelen güzel uygulamalar olduğu gibi, çeşitli sebeplerle araya karışmış çok yanlış şeyler de vardır. İnsanların çoğu bunları ayırt edemezler. Bu bilinmezliğe rağmen hepsine uyulması istenir. Böylece, ister güzel isterse yanlış olsunlar, geleneklerin çoğu, özlerini kaybederler. Sonuçta gelenekler, sadece kurallar haline gelir. Kaidelere uymak da, insanda alışkanlık yapar. (Not: Türklerde töre ile gelenekler arasında farklar vardır. Bunu bir başka yazımızda ele almaya çalışacağız.)

Alışkanlıklardan sıyrılmadan farklı düşünce üretilmesi ise, çok zordur. Ömrü aynı bölgede geçmiş insanların, yerleşmiş örf ve adetlerin mantığını sorgulamaları ihtimali çok düşüktür. Sorgulama yapmaya başlayabilmeleri için, farklı bölgelerdeki diğer değişik gelenekleri görmeleri gerekir. Ancak, bir insanın, değişik örf ve adetleri görmesi bile, sorgulamaya başlaması için yeterli değildir. Yani, gerek şarttır, fakat yeter şart değildir.

Nitekim seyahat etmenin çok zor olduğu eski dönemlerde, dünyanın her yerinde, en etkili yazılı eserlerin, seyahatnamelerin olmasının sebebi bu farklılıklardır. Seyahatnameyi okuyanlar, oraları görmemişlerdi. Ama okudukça farklılıkları görmüş gibi kavrayanların bir kısmı, bu farklara hayret ediyorlardı. İnsanların en çok hatırladıkları birinci şey, hayret ettikleridir. İnsan için “kendisine yapılan iyiliği değil, kötülüğü hatırlar” derlerse de, bence tam öyle değildir. İnsan, kendisine yapılan iyiliğin de, kötülüğün de, hayret ettiklerini hatırlar.

Dolayısıyla hayret etmek, düşünce geliştirmenin amillerinden birisidir. Ama her hayret eden, düşünce geliştiremez. Hayret etmemiz, sadece düşünmemize zemin hazırlar. Düşünce geliştirebilmemiz için, hayretimize mucip olan sebepleri araştırmamız gerekir.

Diğer yandan, düşünce geliştirmek isteyen bir şahıs, sohbet ettiklerini ve arkadaşlarını seçerken titiz davranmalıdır. Hem kendimizden farklı fikirde olanlarla, hem farklı yaşlarda olanlarla, hem de farklı sosyal konumdakilerle sohbet etmeye gayret ettikçe, düşünce geliştirme şansımız artar. Bu sebeple, gerek iş hayatımızda, gerekse sosyal hayatımızda bu kurala uymanın çabası içerisinde olmalıyız.

Düşünce geliştirmemize yardımcı olacak bir başka gurup da, çocuklardır. Kendi çocuğumuz yoksa bile, çevremizde mutlaka çocuklar vardır. Çocuklar, henüz büyüklerin sahte dünyalarına girmedikleri için, samimidirler. Onlarla sohbet edersek, onların sordukları sorulara hayret ederiz. Onların sorularına gülünç cevaplar verip onları susturmaya çalışırsak, bize hiçbir faydası olmaz. Ama çocukların sorularına (en azından kendi kendimize) tam olarak cevap vermeyi denersek, düşünce geliştirmeye başlamamız ihtimali artar.

Çocukların soru sormalarının temelinde yatan etken, “merak” etmeleridir. Hayret etmeyenlerin soru sormayacağı gibi, merak etmeyenler de soru sormazlar. Çocukların, bizim onlara anlattığımız bazı şeylere karşı sordukları kısa sorular; “niye”, “neden” gibi kelimelerdir. Bizler de, aynı iki kelimeyi kendimize sorarsak, düşünce geliştirmemiz kolaylaşır.

Çocuklar “nasıl” diye başlayan soru pek sormazlar. Nasıl diye sordukları zaman, konular hakkında fikir yürütmeye ve düşünmeye başladıkları döneme gelmişlerdir demektir. Bizim de, ileri seviyede düşünce geliştirmeye geçebilmemiz için, önce, “niye” ve “neden” sorularıyla başlamamız, akabinde de “nasıl” sorusuna cevap aramamız gerekir.

Düşünce geliştirebilmek için, farklılıkları sorgulamak gerekir. Ancak, gerçek anlamda sorgulamayı yapmak çok zordur. Bu nedenle büyük çoğunluk sorgulamaz. Sorgulayabilen az sayıdaki insanların da önemli bir bölümü, sorgulama yapayım derken vesveseye kapılabilirler. Aslında vesveseye kapılanların çoğu, zeki insanlardır. Zeki oldukları için fazla düşünürler. Fazla düşünce, bazen ayrıntıda boğulmamıza neden olur. Bilhassa sosyal konularda ayrıntıda boğulmamız, şeytanın suflelerine uymamıza fırsat verir. Şeytanın sufleleri vesveseye yol açar. Vesvese de kararsızlığa sebep olur. Sorgulama yaptığı konuyu, “mümkün olduğu kadar çok yönden irdeleyeyim, en mükemmel kararı alayım” derken, vesvese, yani fikir kargaşası ortamına düşer.

Bu nedenle, ipin ucunu kaçırmamaya, vesveseye düşüp keşmekeşlik ortamına düşmemeye çalışmalıyız. Bunu temin için, ölçülü ve ahenkli düşünmeye gayret etmeliyiz. Ne kadar çok seçenek olursa, karar vermede o kadar zorlanırız.

Vesveseyi azaltmanın yollarından bir diğeri, konumuzdaki bazı ihtimalleri veya fikirleri seçerek yürümemizdir. Seçeceğimiz ihtimallerin veya fikirlerin, düşündüğümüz konu üzerindeki ağırlıklarını dikkate almalıyız. Çoğunlukla da aklımıza ilk gelen fikir, bizim için daha uygun olandır. Bu nedenle, vesveseye kapıldığımız zamanlarda, tekrar ilk aklımıza gelen fikri değerlendirmeye çalışmalıyız.

Bir başka yol, düşünürken ifrattan ve tefritten kaçınmamızdır. Bunlar uç noktalardır. Uç noktalar, çoğu zaman, bir şeyin en zayıf yerleridir. Dolayısıyla sağlam olmazlar. Bir düşüncenin sağlam olabilmesi için, mukayese ve muhakemenin ölçülü yapılmış olması gerekir. Ayrıca, mantık çerçevesinin dışına çıkmamaya gayret etmelidir.

Ancak, bilhassa hem buluş ve icat konularında, hem de insanlık anlayışının yayılmasında, vesveseye kapılmadan, imkânsızı bile zorlamaya çalışmak faydalıdır. Çünkü bir şeyi geliştirmek için, dengeli düşünmek yeterli olabilir. Ama bazı şeyleri değiştirmek için, imkânsızı zorlamazsak sonuç alma ihtimalimiz zayıflar. Nitekim icatların ve sosyal konularda insanlığın önünü açanlar, imkânsızı zorlayarak düşünen insanlardır.

Şairler, yazarlar ve buluş peşinde koşanlar “ilham” denilen olguya önem verirler. Güzel fikirlerin ortaya çıkması için ilham beklerler. İlham, gerçekten önemlidir. Ama unutmayalım ki, ilham, düşünmeyenlere gelmez. İlhamın gelmesi için, önce düşünmeye başlamak gerekir. Ancak, bu düşünme gayretinin rahmani yönde olması halinde ilhamın gelmesi ihtimali artar.

Sosyal konularda, olayların oluşmasında tek bir etken yoktur. Birkaç sebebin birleşmesi sonucunda olay gerçekleşir. Olayları sonradan irdelemek istediğimizde, bu etkenlerin hepsi aklımıza gelmeyebilir. Bu sebeple, hemen karar vermeyerek konuyu sonradan tekrar ele alırız. Her ele alışımızda, yeni bir şey aklımıza gelir. Aklımıza gelenlerin bir kısmı, o olayın gerçek sebepleri olmayıp bizim kendi vesvesemiz olabilir. Dolayısıyla, irdelemelerimizin bir sonunu alamayız. Bu durumda yapacağımız iş, sosyal olaydaki etkenlerin içerisinden ağırlıklı olanlarını seçmektir. Ancak, etkenlerden sadece birini esas alarak, bütün fikirlerimizi onun üzerinde inşa edersek, en büyük yanılgıya düşeriz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 1

DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 1

 

Akıl sahibi hemen her insan, kendisinin, başkasından daha iyi düşündüğünü zanneder. Dışından böyle söylemese bile, içinden geçirir. Eğer öyle olmasaydı, “akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış” özdeyişi oluşmazdı.

Peki, insanlar gerçekten düşünüyorlar mı?

Bu soruya Müslümanlar açısından cevap veren ve adını unuttuğum yaşayan bir Müslüman âlimi şöyle diyor: “Müslümanlar, son dört yüz yıldır düşünmüyorlar, düşündürttürülüyorlar.”

Peki, Müslümanlar bu şekilde iken, diğer insanların düşünmeleri ne durumda diye öğrenmek için, Yüce Yaradan’ın değişmemiş tek kutsal kitabı olan Kur’an’a bakalım. Kur’an’da “hiç düşünmez misiniz?”, “hiç akletmez misiniz?” uyarıları çok sık yapılır. Bizleri yaratan Tanrı’mızın aktardığından anlaşılan o ki, insanların çoğunluğu düşündüklerini zannediyorlar, ama gerçekte düşünmüyorlar.

Nitekim Avrupalıların düşünce geliştirme tarihlerine bakarsak, onların da çok uzun süre düşünemediklerini görürüz. Roma Devletinin Hıristiyanlığı kabul edip, devlet dini haline getirmesinden sonra, 1492 keşiflerinden neredeyse iki yüz yıl sonrasına kadar, düşünce açısından karanlığa gömülmüş gibidirler.

Demek ki, düşünce geliştirmek, cidden zor bir iştir. Öncelikle, özgür bir ortama sahip olmak gerekmektedir.

Pascal, insanların çoğunluğunun düşünmemelerinin sebebi olarak, insanın yaratılışındaki zayıflığını gösteriyor. İnsanların yaratılışındaki zayıflıktan maksat, sahip olduğumuz nefis ise, Pascal’ın tespit ettiği bu etken doğrudur. Ama sebep, sadece nefis değildir. Diğer sebeplerden ikisi, insanların kolaycılığa yönelmeleri ve sabırsızlığıdır. Kolaycılığa kaçanlar, çoğu konuda, başkalarının veya atalarının düşüncelerinden işlerine gelenleri savunmaya meyillidirler. Böyle davranmalarının bir sebebi, savundukları fikirlerde bir terslik olduğunda, suçu başkalarının veya atalarının üzerine atarak kurtulmak istemeleridir. Ayrıca, insan sabırsız olduğu için, çoğu kişi, uzun yolu değil, kestirmeyi sever. Diğer yandan, düşünen insanların bile çoğu, nefislerinin doğrultusunda düşünmektedir.

Hâlbuki Yüce Yaradan, kullarına, ihtiyaçları olan her türlü donanım ve yazılımları vermiştir. Dolayısıyla zayıflığımız, bize verilen donanım ve yazılımları, yerli yerinde kullanmamamızdır.

Kolaycılığı seçme, sabırsız davranma ve nefsimize uyma yapımızın, düşünce geliştirmeye tesirleri hususundaki fikrimizi güçlendirmek için, bu konuda hayattan örnekler verebiliriz.

Şair olduğumuzu farzedelim. Vezin kavramı ve kurallarına bağlı kalarak anlamlı ve beğenilecek şiirler yazabilmemiz için, ilham yetmez, çok düşünmemiz gerekir. Ama hiçbir kurala uymadan ve insanların beğeneceği bir şiir yazmamız için, daha az düşünmemiz yeterlidir.

Yazar olduğumuzu düşünelim. Gramer kurallarına uyarak, anlamlı ve güzel bir üslûpla nesir yazabilmemiz için iyice düşünmemiz gerekir. Bu gayretimize rağmen, okuyucular tarafından sıkıcı bulunabiliriz ve beğenilmemiz ihtimali düşük kalır. Ama kuralsız ve konuşma üslûbunda yazmamız, hem bizi düşünmeye daha az zorlayacak, hem de okuyucular tarafından daha çok beğenilmemizi sağlayacaktır.

Şairlik ve yazarlık konusunda belirttiğimiz bu fikirlerimizin benzerini, müzisyenlik, ressamlık, sporculuk, tiyatro veya sinema senaryosu yazarlığı için düşünmelerini okuyucularımdan rica ediyorum. Bakalım yukarıda söylediğimizden farklı sonuçlara ulaşanlar olacak mı?

Başkalarına zarar vermeden, insanlara faydalı olarak, ahlâk kurallarına uyarak, namuslu bir insan olarak yaşayabilmek için, sadece sabretmemiz yetmez. Çok ince düşünerek hareket etmemiz gerekir. Bu üstün gayretimize rağmen, ailemize ve çevremizdekilere bile yaranabilmemiz ihtimali zayıftır. Ama başkalarına zarar verme pahasına kendi menfaatimiz doğrultusunda yaşamamız için, hem ince düşünmemize gerek yoktur, hem de çevremizdekilerin bizleri takdir etmeleri ihtimali artacaktır.

Düşünmememizin nedenlerine kısaca göz attık. Şimdi, düşünmenin yöntemlerini irdelemeye başlayabiliriz. Düşünmemizi sağlayacak ve geliştirecek konular neler olabilir?

Bu hususlardaki fikrimizi aktarmaya başlayacağımız için, ahlâk kurallarını hiçe sayarak, başkalarına zarar vererek, kendi menfaatlerinin peşinde koşan okuyucumuz var ise, bundan sonrasını okumasına ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Çünkü onlar, kendilerini başarılı gördüklerinden, akıllarının da bizimkinden daha ileri olduğunu düşünürler. Zaten de, bu gibilerin akılları, bizim anlatacağımızdan daha farklı amaçlar için çalıştığı gibi, bizim aktaracağımızdan daha değişik yöntemlerle işlemektedir.

Bizim irdeleyeceğimiz düşünce geliştirmeler; hem sosyal konularda fikir üretimi, hem de icatlar ve buluşlar konusundaki çalışmalar sırasındaki gayretler üzerinedir. Bu iki husustaki düşünme yöntemlerini, iki ayrı konu olarak ayırmadan tahkik edeceğiz.

Düşünce geliştirebilmenin ön şartı, öğrenme arzusu beslememizdir. Öğrenmeyi sevmeyen, başka bir ifadeyle, öğrenmeye bağlanmayan bir insanın düşünce geliştirmesi çok zordur. Geliştirdiği düşüncelerinin de, dayandığı sağlam bir temeli olması beklenmez.

Aklın fikir üretmesi için, bilgiye ihtiyacı vardır. Aklın ışığı, bilgidir. Bu nedenle, düşünmeye başlamak için okumak çok faydalıdır. Ama okuduklarımızın nitelikleri çok önemlidir.

Bir örnek verelim. Bir gün, Endülüs’te bilge bir köylü, sohbet ettiği genç İbni Haldun’a kitap okuyup okumadığını sorar. Okurum deyince, birbirinden farklı fikirlerde kitap okuyor musun der. İbni Haldun, cevap vermek için bir süre düşününce, ona, “sen kitap okumuyorsun” diyerek devam eder. Bu sohbetin İbni Haldun’da çok ciddi etki bıraktığı, sonraki hayatından anlaşılmaktadır.

Bilhassa buluşlar gibi teknik hususlarda öğrenme, sadece kitaplarla sağlanmaz. Bir işi doğrudan yapan insanlarla, zanaatkârlarla konuşmak, onların tecrübelerinden faydalanmak çok iyi olur. Düşünce gücümüzü artırmak için, onların anlattıklarını kendi kafamızda birbirine bağlamaya çalışmalıyız. Bilhassa, ayrıntı gibi görülen hususları birbirine bağlamaya gayret etmeliyiz.

Benim ülkem Türkiye’de halk arasında şöyle söylenilir: “başarı da ayrıntıda gizlidir, şeytan da ayrıntıda gizlidir     “. Başarılı olmak ile şeytanla beraber olmak birbirinden çok farklıdır. Bunları ayırabilmek için, aşağıdaki paragraflarda aktaracağımız hususlara dikkat emmemiz faydalı olacaktır.

Düşüncelerimizde açık olmalıyız. Okuduklarımızı, duyduklarımız, yaptıklarımızı, anladığımızı zanneder, üzerinde düşünmezsek, hata yapmış oluruz. Düşünen insan ile düşünmeyen bir kişiyi ayıran konulardan birisi budur. Düşünmeyen insan anlaşılması çok zor konularda bile, “bunda anlamayacak ne var” der. Ama ayrıntı sorulunca cevap veremez. Düşünen insan ise, “pek bir şey anlamadım” der ve çoğu insanın anladığını zannettiği konuların ayrıntılarını sorgulamaya başlar.

Düşünmemizi sağlayacak yöntemlerden birisi de, yeni gördüğümüz varlıklara hayranlıkla bakmamızdır. Yeni gördüklerimizin çevremizde daha önce var olanlarla farklarını mukayese ederek düşünmeye başlayabiliriz. Bilhassa, yeni gördüklerimizi zıtlarıyla karşılaştırmayı mutlaka yapmalıyız. Zıtlarıyla karşılaştırma yapmıyorsak, aralarındaki farkları mukayese etmiyorsak, düşünmüyoruz, sadece bakıyoruz demektir.

Yeni şeyleri daha çok görebilmek için, daha çok seyahat etmek faydalıdır. Her gittiğimiz yeni yerlerde gördüklerimizi, yaşadıklarımızı kendi beldemizdekilerle kıyaslama yapmamız, düşünme ihtimalimizi artıracak, düşüncelerimizin ufkunu açacaktır. Gittiğimiz yeni yerlerde, oranın tarihi yerlerini, müzelerini dolaşmamız faydalı olur. Ancak, bu ziyaretlerde sadece bakıp geçersek, düşünmemize bir yararı olmaz. Hem karşılaştırma yapmalıyız, hem de o dönemde neden öyle olmuş olabileceğini düşünmeye çalışmalıyız.

Diğer taraftan, yeni gittiğimiz yerlerin seçimi de önemlidir. Eğer kendi beldemize benzeyen yerlere gidersek, faydasını göremeyiz. Gittiğimiz yerlerde, yalnızca fikren kendimize benzeyen insanlarla temas kurarsak, düşünme geliştirme ihtimalimiz sıfıra yakın olur. Çünkü mukayese edebileceğimiz bir farklılık yoktur. Bir köyden başka bir köye giden veya farklı büyük bir beldeye gitse bile, hep kendi fikri ve siyasi anlayışına uygun insanlarla görüşenler, düşünce geliştirdiklerini zannedebilirler, ama farklı düşünce oluşturama ihtimalleri çok düşüktür.

Bir kimsenin düşünce geliştirmeye başlaması, gittiği yerlerde, umduklarıyla buldukları arasında fark olması ve bu farkın, farkına varmasıyla gerçekleşir. Tek olan Tanrı’nın insana verdiği önemli özelliklerden birisi olan, farkına varma kabiliyetimizi kullandıkça, düşünce geliştirmemiz çoğalır.

Bir kişinin, başkalarından daha fazla düşünce geliştirebilmesi için, hem okuması hem de farklı diyarları dolaşması gerekir. İki yönlü gayret olunca, farkına vardığımız hususlar çoğalır. Nitekim İbni Haldun, Yunus Emre gibilerin birbirinden çok farklı bölgeleri dolaşmadıklarını, değişik fikirdeki insanlarla sohbet etmediklerini düşünelim. Bu durumda, bugün bildiğimiz fikirlerini üretebilirler miydi? Yoksa adlarını hiç bilmediğimiz sıradan yazar olmaları ihtimali, kuvvetli mi olurdu?

Oturduğu yerden, sadece okuyarak fikir geliştirenle, hem okuyup hem dolaşarak farklı insanlarla temas edenlerin düşünce üretmeleri bir olur mu?

Hem okuyan, hem dolaşarak farklı kişilerle temas kuran, bunlara ilaveten de, geliştirdiği fikirleri uygulayan veya uygulatan bir insanın düşünce üretim kapasitesinin, aynı yetenekteki diğer insanlara göre daha üst seviyede olacağı açıktır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜŞÜNCE GELİŞTİRMENİN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

DEVLET ELİYLE KÖLELİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE

DEVLET ELİYLE KÖLELİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE

 

Belgelenmiş tarihte, devlet eliyle kölelik sisteminin kurulması ilk defa Antik Helen’deki site devletlerinde görülmüştür. En büyük site devletlerinden olan Sparta’da, kölelerin oranı, toplam nüfusun %80lerine kadar yükselmiştir. Diğer büyük site devleti olan Atina’da bu oran %50’nin üzerinde olmuştur.

Bu fiili durumdan dolayı, Sokrates, Aristo, Pisagor ve Platon gibi ünlü düşünürler, eşitliğin, hür insanlar arasında uygulanacak bir şey olduğunu savunmuşlardır. Köleleri hiç hesaba katmamışlardır. O dönemlerin ünlü bilgelerinin birçoğu, köleleri insan olarak bile görmemişlerdir. Aristo dâhil birçok düşünür, köle insanları konuşan bir hayvan olarak nitelemişlerdir.

Roma İmparatorluğu da, Antik Helen’deki uygulamanın benzerini sergilemiştir. Tarihteki en büyük köle isyanlarından olan Spartaküs başkaldırısı, Roma yönetiminden kurtulmak için çıkarılmıştır. Tarihçiler, M.Ö. 73-71 yıllarındaki bu isyan hakkında şu fikri ileri sürmüşlerdir: “Eğer, isyan eden kölelerin amacı, Roma’dan kaçıp kurtulmak değil de, Roma’yı ele geçirmek olsaydı, bunu başarabilirlerdi.”

Tarihte görülen bir başka köle isyanı, Arap bölgesinde Abbasiler döneminde yaşanmıştır. Zirai alanda, bilhassa şeker kamışı tarlalarında çalıştırılan zenci kölelerin katıldığı bu isyan zinciri, 869 yılında başlamıştır. 883 yılındaki asıl büyük isyan, zorlukla bastırılmıştır. Bu isyanı bastırmak için Halife Mutemid Ala’llah birliklerini göndermiş, fakat askerlerinden bir kısmı isyancıların safına geçmiştir. Bunun üzerine, Abbasi Hilafet Ordusundaki Türk unsurlar ve komutanlardan yardım istemiş, isyan böylece bastırılabilmiştir. Kur’an’da, insanlar eşittir denilmesine ve Hz. Muhammed, Veda Hutbesinde köleliği kaldırdım demesine rağmen, Abbasi Devleti, zencileri, tarlalarda köle olarak çalıştırmıştır.

Diğer taraftan, Batı Avrupa devletlerinin dünyaya yayılmasının sebepleri üzerine inceleme yaptığımızda, kölelik anlayışının önemli bir etken olduğunu görürüz. Avrupa yayılmacılığında, kölelik, hem toplumsal hem de ekonomik bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupalılar, Doğu sınırlarındaki Osmanlı Türkleri karşısında başarılı olamamışlardı. Çünkü Türklerde de barut vardı. Deniz üzerinde Batıya giderek Doğunun zenginliklerine ulaşmaya çalıştılar. Yeni gittikleri yerlerde baruta sahip olmayan, hattâ kılıcı bile olmayan halklarla karşılaştılar. Barut üstünlüklerinin gücü sayesinde kolayca ilerledikçe, açgözlülükleri arttı. Açgözlülük artınca, acımasızlıkları da arttı. Acımasızlık, köleliği sıradan bir olay haline dönüştürdü.

Zaten, Roma İmparatorluğundan sonra köleliği terk etmemişlerdi. Çok az yumuşatarak serflik sistemini kurmuşlardı. Toprak ağası adına çalışan köylü, toprak bir başkasına satıldığında, ayrılamıyordu ve yeni ağaya çalışmak zorundaydı. Bu köylülerin kölelerden terk farkı, ürettikleri yiyeceklerden ihtiyaçları kadar olanını, denetimli olarak, kendilerine ayırabiliyorlardı.

Kölelik, güçlü ülkelerin maddeten kalkınmalarını sağladıkça, zayıf toplumların üzerinde kurdukları üstünlüğün önemli bir simgesi haline geldi. Kölelik anlayışı yaygınlaştı ve kölelik sistemi kuruldu.

Köle ticaretini, Afrika’nın batı kıyılarına ilk gidenlerden olan Portekizliler başlattılar. Sonra devreye, Hollandalılar ve İngilizler de girdi. Bu ülkeler, işlerinin konusu köle ticareti yapmak olan resmi şirketler kurdular. Fakat yine de Avrupalılar, Amerika’daki yerlilerin büyük çoğunluğunu yok edip iyice güçlenene kadar, köle ticaretinin boyutları korkutucu olmadı. Köle ticaretinin %80’i, 1800 yılından sonra yapıldı. Yani, yerlilerin soylarının kurutulmaya yüz tuttuğu, kalan az sayıdaki yerlilerin de gerek köleleştirilemediği, gerekse üretim için yetersiz sayıda olduğu bir ortamda, Afrika’dan köle getirmeye başladılar.

Toplam köle ticareti için verilen rakamların ortalaması 10 milyon kişinin yakalanıp köle olarak satıldığı şeklindedir. Bu rakama, köleleri yakalanmaları sırasında ve çok kötü şartlarda yaptıkları gemi seyahatlerinde ölenler dâhil değildir. Daha 1830 yılında, 24 eyaletten oluşan ABD’nin 12 milyon olan nüfusunun 2 milyonu köleler idi.

Köleleştirilenler, yakalandıktan sonra ölenler, kölelerin çocukları gibi etkenler düşünüldüğünde köleliğin muazzam boyutu daha iyi anlaşılır. Rakamın yüksekliği, Avrupalılardaki kölelik anlayışının temelinde, ciddi bir sosyolojik olgunun barındığının işaretidir.

Yeni keşfedilen topraklara göç eden beyazlar, toprakların yer altı ve yer üstü zenginliklerini kullanıp güçlendikleri için, bir süre sonra refah içerisinde yaşamaya başladılar. Beyazların ulaştıkları bu refahın temellerinden birisi de, önce yerlilere yaptıkları ve insanlıkla bağdaşmayan uygulamalar, sonra yerliler azalınca kurdukları sistematik köle düzenidir. Karın tokluğuna çalıştırdıkları işgücünün büyüklüğü, beyazların kalkınmasında etkili olmuştur. Nitekim bu anlayışın uygulanması sadece kölelere değil, diğer paralı işçilere de yansımıştır. Kölelerden daha bilgili olan işçiler, neredeyse köle gibi çalıştırılmışlar ve zengin beyazların kalkınmalarında daha çok etkili olmuşlardır.

Böylesine büyük rakamlara ulaşan köle ticaretini yapabilmek için, köle yapacakları insanları yakalamaları, ciddi gayret gerektirmeye başladı. Bu nedenle, köle devşirenler giderek acımasızlaştılar. Onların acımasızlıkları ayyuka çıkınca, bazı insaflı beyazlar, bu uygulamaları eleştirmeye başladılar.

Bazı beyazların ferden yaptıkları eleştirilerin bir etkisi olmadı. Çünkü kurumlar, köleliği görmezden geliyorlardı. Bilhassa en güçlü ve yaygın kurum olan Kilise, bazı papazlar hariç, köleliğe karşı net bir tavır koymadı. Eğer, karşı bir tavır koysalardı, köle ticareti bu kadar açıktan ve resmi olarak yapılamazdı. Kilisenin bu tavırsızlığına rağmen, bazı rahiplerin çabalarının, köleliğin daha hızlı artmasının önünde bir engel teşkil ettiği anlaşılıyor. Hâlbuki Kilise itiraz etseydi, köle ticaretinin çok hızlandığı 1800’lü yıllar, Kilisenin, ülke yönetimleri üzerindeki tesirinin giderek azaldığı dönemler olmasına rağmen, karşı çıkmalarının çok ciddi etkisi olabilirdi.

Köle ticaretindeki bu hızlı artışın bir başka önemli sebebi, zenginlemeye başlayan Avrupalıların tüketimlerinin hızla çoğalmasıdır. Dolayısıyla, dünya ticaret ve üretim hacminin artmasıdır. Bu gelişmeler olurken, Avrupalı önderler, düşünürler ve halk, kendi refahlarının artıp artmamasına bakıyorlardı. Refahtaki artışın sebepleriyle ilgili hiçbir sorgulama yapmıyorlardı. (Tıpkı, günümüzdeki Amerikan halkının, yöneticilerin, diğer ülkelerdeki demokrasi ve hattâ insanlıkla pek bağdaşmayan tavırlarını hiç sorgulamayıp, sadece ekonomik ortamı sorguladıkları gibi.)

Kilisenin, köle ticaretine net bir şekilde karşı çıkmamasının muhtemel nedenlerinden birisi, köle yapılan insanları ve köle gibi çalıştırılanları, Hıristiyan olmadıkları için, ateist veya din düşmanı gibi görmesi olabilir. Kilisenin taç giydirdiği krallar, Kilisenin belirlediği yemini yapıyorlardı. Kralların yaptıkları bu yeminler, onlara din düşmanlarına karşı mücadele etme ve din karşıtlığını yok etme yükümlülüğü getiriyordu. Bu yükümlülükleri, kralların, egemenlikleri altındakilere hoşgörülü davranmalarını kısıtlıyordu. Örneğin Fransa’da, Fransız olmalarına rağmen Katolik olmayanların hakları çok sınırlıydı. Evlilikleri yasal sayılmıyordu. Dolayısıyla çocukları da vatandaş olarak kabul edilmiyordu. Katolik olmayan Fransızlar bu hakkı, 1787 yılında elde ettiler. O güne kadar, kendi ülkelerinde yarı köle konumundaydılar. Kendi komşusu için böyle düşünen bir Fransız’ın, bilmediği bir ülkede yaşayan zenciler için, insanca düşünmesi beklenemezdi. (Tıpkı, siyah derililerle aynı sırada bile oturmak istemeyen Amerikalı beyazlar gibi.)

Avrupa’nın önemli bir bölümünde, üniversiteler bile, rahiplerin etkisindeydi. Örneğin, İngiltere’de Cambridge ve Oxford, Anglikan Kilisesine bağlı olmayan Hıristiyanlara kapalıydı. Katolik olanlar ise kesinlikle giremiyordu. Üniversitelerin müfredatlarını ve verdikleri eğitimin tanımını belirlemede Kilise çok etkiliydi. Bu anlayış üniversite öncesi eğitime de yansıdığından, okuma yazma öğreniminin, belirli gurupların egemenliğinde kalmasına sebep oluyordu. Bu yanlış uygulama sonucunda, sömürgelerden gelen artık değerlerle zenginleyen İngiltere’de, halkın çoğu fakir kalmaya devam etti. Bu sebeple, ABD’ye en çok göç veren ülkelerden biri, Amerika’dan en çok geliri elde den ülke olmasına rağmen, Birleşik Krallık oldu.

Protestan anlayıştaki ülkelerde Kilisenin anlayışı bu kadar katı değildi. Bu sebeple Protestanların etkili olduğu devletlerde okuryazar oranı, Katolik memleketlere göre daha fazla oldu. Örneğin Almanya (Prusya ve diğer küçük devletler) okuryazar oranı daha fazla olduğundan, sömürgeleri olmamasına rağmen sanayide daha ileri gitti. 1830’larda Prusya’nın kimya enstitüleri, Avrupa’nın en iyileriydi. Ordusu, kurmay subayı en çok olandı.

Amerika’yı ilk keşfeden İspanya, Katolik Kilisesinin etkisinden çok uzun süre kurtulamadı. Nitekim İspanya üniversiteleri Newton’u uzun süre reddetmeyi sürdürdüler. Üniversitelerdeki bu anlayış bile tek başına, İspanyol Pizzaro ve Cortes gibi generallerin Meksika’da ve Peru’da yaptıkları vahşeti açıklamaya yetiyor. Yapılan bu vahşetlere, İspanya hükümetinin ve Katolik Kilisesinin karşı çıkmaması, aksine onları ödüllendirmesi ülkedeki anlayışın bir göstergesidir.

Birleşik Krallık, 1807’de köle ticaretini kaldırdı. 1834’te de, köleliği kaldırdı. ABD’de kölelik 1865’te kaldırıldı. Yine çok sayıda kölenin çalıştırıldığı Brezilya’da kölelik 1888’de kaldırıldı. Fakat köle kullanımı çok yaygın olduğundan, köleliğin resmen kalkması, sosyal hayata aynı şekilde yansımadı. Sorun sosyolojik anlamda devam etti. Tam bir asır sonra bile, ABD’de, insan hakları savunucusu Malcom X, ayrımcılığa karşı olan fikirlerinden dolayı 1965’te öldürüldü.

İşin ilginç tarafı, Batıda kölelik kaldırılırken, bu tarihlerde, Arap köle tacirleri, Afrika kıtası ve Hint Okyanusunda halen köle ticaretini yapmaya devam ediyorlardı. Avrupalıların, Amerika kıtası için Afrika’dan topladıkları kölelerde, Arap köle tacirlerinin ciddi yol göstermeleri ve emekleri vardır. Ancak bu çabalar, devlet eliyle yapılmamıştır. Şahsi çalışmalar olarak kalmıştır.

Günümüzde ise, kölelik, ekonomik kölelik şeklinde ve şiddeti hafifletilmiş halde sürmektedir. Sanki eski kölelere hürriyetleri verilmiş gibi oldu, ama ekonomik bağımlılıkları aynı şiddette devam ediyor.

Eğer zenginlerin, kendilerini çok zeki ve haklı, diğerlerini ise kastlara ayırarak alt sınıf olarak görmeleri üzerinde ciddiyetle durmazsak, insanlığın, karanlık bir geleceğe doğru gitmesi kaçınılmazdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLET ELİYLE KÖLELİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 4

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 4

 Nasreddin Hoca ile irtibatlandırılan hikâyelerin yorumlarına, yine o dönemlerin en yaygın konusu olan eşek temalı fıkralarla devam edelim.

HİKÂYE: ÜSTÜNDE OLSAYDIM

Hoca eşeğini yitirmiş. Hem arıyor hem de şükrediyormuş.

_ Hoca! Eşeğini yitirmişsin de niye şükrediyorsun? diye sormuşlar.

_ Üstünde bulunmadığıma şükrediyorum, demiş Hoca. Yoksa ben de kaybolacaktım.

YORUM:

Hoca, “beterin de beteri var” anlayışının, toplumda yayılmasına vesile olmak istemiş. Küreselleşmenin ve hızlı şehirleşmenin etkisinin giderek arttığı dönemlere kadar, çoğu toplumda olduğu gibi, Türk toplumunun önemli bir bölümü de, olaylara “beterin beteri var” şeklinde bakar, sahip olduklarına şükrederdi. İnsanların çoğu, herhangi bir öğün yemeğinin sonunda karnı doyduğu için, “nice bunu bulamayanlar var” diyerek şükrederdi. Yaşadığı ortamı, kendisinden maddeten daha güçlülerle karşılaştırmaz, kendisinden maddeten daha zayıf olanlarla karşılaştırırdı. Böylece “beterin beteri var” anlayışına ulaşır ve haline şükrederdi.

Diğer taraftan Hoca, topluma, kötü olayların sonucunda bile, olayların iyi yönlerini görerek mutlu olunabileceğini anlatan bir psikolog gibi öğütler vermiş. Hoca bu hikâyede, eşeğini kaybetmiş birisi durumuna düştüğünden, maddeten kendisinden daha zayıf birisini hayal etmesi zordur. Böyle birisi, ancak, eşeğini borçla almış ve henüz borcunu veremeden eşeğini kaybetmiş birisi olabilir. Böyle bir şahsı, o dönemin pazarlıkla ve peşin olarak yürüyen pazar satış şartlarında bulmak da pek mümkün değildir. Bu sebeple Hoca, kendisini kendisiyle karşılaştırmış ve daha kötüsünü kendi şahsında düşünmüştür. Böylece başına gelen bu müessif olayın bile, kendisini mutlu edecek yönünü bulmuştur. Böyle bir çözüm üreterek de, bizlere, yaşanan kötü olaylar sırasında dâhi mutlu olunabileceğini uygulamalı olarak göstermiştir.

Hoca, ayağı taşa takılarak sendeleyen veya düşen bazı insanların, taşa kızmaları ve taşı tekmelemeleri gibi yapmamıştır. Başına gelen bu müessif olayda bile, taşa takılan bir ayağa sahip olduğu için sevinler gibi düşünmüştür.

HİKÂYE: SEN Mİ SATACAKSIN BEN Mİ?

Hoca bir ara turşu satmaya karar vermiş. Turşu küplerini eşeğe yüklemiş, sokak sokak dolaşmaya başlamış.

Ama ne zaman “Turşu!” diye bağıracak olsa, eşek anırmaya başlıyormuş. Bir iki böyle dolaşmış. Sonunda bakmış ki eşek kendini bağırtmayacak:

_ Bana bak arkadaş! demiş. Turşuyu sen mi satacaksın, ben mi?…

YORUM:

Hoca, çevresinde tanınmış, itibarlı birisidir. O dönemlerde Anadolu’ya göç eden Türkler, yerleşik hayata geçmişlerdi. Yerleşik hayata geçildikçe, ticaret yapanların sayısı her geçen gün artıyordu. Ancak, kahramanlık ve gazilik ruhuna sahip Türklerde ticaret yapmak, hor görülmeye başlanmıştı. Nasreddin Hoca, bu anlayışa rağmen ticaret yapmaya kalkışarak, ticaretin hor görülmesinin önüne geçmeyi hedeflemiş olabilir.

Diğer taraftan, yapmaya başladığı ticaret, mahalle mahalle dolaşarak turşu satma işidir. Hoca gibi tanınmış ve itibarlı bir insan için yaptığı iş, küçük çaplı ve gezerek yapılan zor bir ticarettir. Dolayısıyla, Hoca bu hikâyeyle, ticaretin büyüğünün küçüğünün olmayacağını, küçük ticaret yapmanın, insanı küçük düşürmeyeceğini göstermeye çalışmış. Sonuçta, ticaretin bizzat kendisinin önemli bir iş olduğunu vurgulamak istemiş olabilir.

Hoca’nın vermek istediği bir başka mesaj şöyle olabilir. Hocanın amacının, “ticaret için birlikte yola çıkılacak arkadaşının mutlaka iyi seçilmesi gerektiği, aksi takdirde hayal kırıklığı yaşanabileceğini göstermektir” diye düşünürsek abartmış olmayız. Ortaklıkların çoğunun akim kalması, tarafların, ortak seçimlerinde yanlış yapmalarındandır. Aynı özelliklere sahip insanların ortaklık yapmaları halinde ileride anlaşmazlığa düşmeleri ihtimali kuvvetli olmaktadır. Hâlbuki birbirini tamamlayan özelliklere sahip ortakların birliktelikleri daha uzun sürebilmektedir.

Nasreddin Hoca’nın bize vermek istediği bir başka mesaj için de şöyle fikir yürütebiliriz. Ortaklar, birbirlerini tamamlayan özelliklerde bile olsalar, işe başlamadan aralarında anlaşma yapmayanlar, yarı yolda sıkıntıya uğrayabilirler. Dolayısıyla, anlaşmanın, Hoca’nın eşekle yapmaya çalıştığı gibi işin yarısında değil, başlangıcında yapılması gerekmektedir.

HİKÂYE: EŞEĞE Mİ İNANIYORSUN, BANA MI?

Bir gün komşusu gelmiş, Hoca’dan su taşımak için eşeğini istemiş.

Hoca:

_ Eşek evde yok, demiş.

Tam o sırada, eşek ahırdan anırmaya başlamaz mı!…

Komşusu:

_ Yahu Hoca! demiş, niye yalan söylüyorsun, işte eşek evde ya!…

Hoca:

_ Ne yani demiş, sen şimdi eşeğe mi inanıyorsun, bana mı?

YORUM:

Hoca, bir insanın, başkasına yardımcı olmaya gönlü olmayınca, her türlü bahaneyi uydurabileceğini göstermek istemiş. Halk arasında söylenen “urgana un sermek” terimi,  bu gibi durumları açıklamak için oluşturulmuş bir deyimdir.

Ayrıca Hoca, yardım istenilen bir insana güvensizlik duymanın ve bunu yüzüne belirtmenin yanlış olduğunu vurgulamış. Bu şekilde suçlayıcı davranmanın sorunu çözmeyeceğini, aksine derinleştireceğini anlatmış.

Nitekim Hoca verdiği cevapla, eşeği o anda vermediği gibi, bir daha komşusunun gelip Hoca’dan eşeğini istemesinin de önünü kesmiş oluyor. Demek ki, komşusu Hoca’yı suçlayıcı konuşunca, sorunu çözmek bir yana, daha da derinleşmesine vesile oluyor. Komşusu da Nasreddin Hoca gibi hazır cevap olsaydı ve “benim zaten dışarıdaki eşeğin gelmesini bekleyecek vaktim yok, ahırdaki şu anıran eşek de benim işimi görür” mealinde konuşsaydı, belki sonuç farklı olurdu. Çünkü suçlanan insanlar, kendilerini temize çıkarmak için, savunma yapmak zorunda olduklarını düşünürler.

YAŞAM kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 4 için yorumlar kapalı

ZİNANIN ZARARLARI ÜZERİNE

ZİNANIN ZARARLARI ÜZERİNE

 

Zina, evlilik dışı cinsel ilişki kurmaktır. Kur’an, bir evliliğin tek eşli olmasını tavsiye eder. Sadece yetimleri korumak için, çocukları yetim kalmış dört kadınla, aralarında adaleti sağlamak gibi çok önemli bir şartla izin verilir. Muta nikâhı gibi anlaşmalı sahtekârlıklara taviz vermez. Muta nikâhı hususundaki fikrimizi, bu sitede yayınladığımız “Muta Nikâhı Üzerine” başlıklı makalemizde daha tafsilatlı olarak ele aldık.

Evlilik dışı ilişkilerde, tarafların bazı hastalıklarının birbirlerine geçmesi ihtimali kuvvetlidir. Geçmiş dönemlerde çok etkili olan ve zührevi hastalıklar olarak bilinen frengi, bel soğukluğu, yumuşak gibi dertler bu yolla bulaşırdı. Ayrıca, zina yapan insanlar birbirlerini yeterince tanımıyorlarsa, sahip oldukları bazı bulaşıcı hastalıkları da karşı tarafa bulaştırabilirler.

Ancak, biz bu yazımızda konuyu bedensel hastalıklar açısından değil, diğer yönlerden yaklaşarak irdelemeye çalışacağız.

Zina olayı, kişilerde sadece bedensel hastalıkların oluşmasına vesile olmaz. Zina yapanların ruhlarında da bu olay etkili olmakta ve ruhi hastalıkları başlatmaktadır. Gizli zina yapanlarda ruhi bunalım görülmesi durumu, artış göstermektedir. Zina yapan insan, durumunu gizlemek istedikçe, iç bunalıma sürüklenmektedir.

Bedensel hastalıklar konusunda ciddi bir ilerleme sağlayan tıp bilimi, ruhsal bunalımlar hususunda çözüm üretmekte zorlanmaktadır. Bilhassa gizlilik içerisinde yürütülen zina ilişkileri, insanları yalan söylemeye doğru yönlendirmektedir. Yalana başlayan bir kişi, eğer zina yapmayı sürdürürse, artık yalanı adet haline getirmektedir. Önce ailesine karşı yalan söyleyen insan, sonrasında diğer konularda da, hem ailesine hem de çevresine yalan söylemeye başlamaktadır. Kime hangi yalanı uydurduğunu bilemediğinde, bunalıma girmektedir. Bunalıma girdikçe de, aklını hinlik yönünde kullanmaya başlamaktadır. Bir defa hinlik düşünmeye başlayınca, devamı gelmektedir. Başkası hakkında hinlik düşünen bir kişi, karşısındakinin de kendisi için hinlik yapacağını var saymaktadır. Böylece iç sıkıntısı giderek düzelemeyecek bir duruma dönüşmektedir.

Toplumsal olayları yakından inceleyecek olursak, bir insanın yalan söylemesinin en önemli sebebinin, menfaatinin peşinde koşması olduğunu görürüz. Zina yapan insanlar, kendilerini yalan söylemeye iten en önemli menfaat duygusunun, gizli zina sırasında aldıkları farklı bir tür zevk olduğunu ifade etmekteler.

Diğer yandan, bir iş ortaklığında, ortaklardan birisinin, kendi menfaatlerini artırmak için yalan söylediğine sıkça rastlanır. Ama bu yalanın ortaya çıkması durumunda, ortaklığın bozulmasına daha az rastlanır. Hâlbuki eşlerden birinin zina yaptığının ortaya çıkması durumunda, ailelerin parçalanması ve eşlerin ayrılması olayıyla çok daha fazla karşılaşılır.

Bir iş ortaklığında, yalan söyleyen bir ortağın yalanının ortaya çıkması halinde, ortaklardan birisinin diğerini öldürmek istemesine çok seyrek rastlanır. Ama zina yapan bir eşin yalanının ortaya çıkması halinde, diğerinin, eşini öldürmek istemesi çok daha fazla görülen bir olaydır. Bilhassa zina yapan kişi kadın ise, dünyanın büyük bölümünde, erkek olan eşler, zina yapan kadınına her türlü zulmü yapmayı ve onu öldürmeyi hak görür. Kadınların birçoğu da benzer şeyleri düşünürler, ama güçleri yetmediği için gerçekleştirme ihtimalleri daha az olmaktadır.

Bazı durumlarda, zina yapan bir anne, çocuğunu bile gözden çıkarabilmektedir. Eğer çocuğu, annesini zina yaparken gördüyse, onu öldürmeye bile teşebbüs edebilmektedir. Takdir edileceği gibi, bir babanın çocuğunu cezalandırması, hattâ öldürmeye kalkışması ihtimali, anneye göre daha fazladır. Hâlbuki bir annenin, çocuğunu öldürmesi düşünülemez. Demek ki, zina yapan bir anne, çocuğunu öldürmek isteyecek bir hale gelebiliyorsa, zinanın, insanın ruhunu öldürmeye başladığını söylememiz yanlış olmaz.

İnsanlık, her dönemde, huzuru bulmak için uğraşmıştır. Ancak -en azından belgelenmiş, bilinen tarihte- henüz huzuru bulmuş değildir. Huzurun bozulmasının sebeplerini incelediğimizde, karşımıza şehvet duygularını tatmin hırsı çıkmaktadır. Toplumdaki huzursuzlukların oluşmasının temelinde, şehvet arzusunun helal olmayan yollardan tatmin edilmesi yatmaktadır. Birisine karşı şehvet arzusuyla yanıp tutuşan bir insanın, gözü hiçbir şeyi görmemektedir. Hattâ maddi kazanç sağlayan diğer menfaat kapılarını bile görmediği zamanlar çok olmaktadır. Bu kişinin mevkii ve maddi gücü ne olursa olsun sonuç değişmemektedir. Maalesef, günümüzde durum, şehevi ilişkiler açısından daha kötüye gitme eğilimindedir.

Gizli veya açık olarak zina yapıp, şehvet arzumuzu yasak yollardan gidermeye çalıştıkça, huzuru yakalama ihtimalimiz zayıflamaktadır. Şehvet düşkünlüğümüz sadece aileleri parçalamamakta, dostlukları da azaltmaktadır. Zina yaptığını anladığı eşinden ayrılamayan insanlar (bilhassa bayanlar), kinlerini içlerinde biriktirmektedirler. Bu kinin ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olmamaktadır.

Diğer taraftan arkadaşlar arasındaki bozuşmaların da çoğu, gizli zina sevdasından kaynaklanmaktadır. Arkadaş gurubu içerisinde, birbirlerinin sevgilileri veya eşleriyle gizlice ilişki kurmaya çalışılması, insanlar arasındaki güveni iyice zayıflatmaktadır. Zayıflayan güven, gerek aile içi, gerekse arkadaşlar arasındaki ilişkileri, tiyatro sahnesinin oyununa çevirmektedir. Birbirlerine sürekli yalan söylemektedirler. Kendisi yalan söyleyen kişiler, karşı tarafın da, kendilerine yalan söylediklerini düşünmektedirler.

Zinalarını gizlemek için, aile içerisinde ve arkadaş çevresinde yalana alışan bireyler, her yerde yalana başvurmaya başlamaktadırlar. Yalan ilerledikçe, Aristo’nun şu sözü geçerli olmaktadır: “yalan bir hastalıktır, yakalanan bir daha kurtulamaz”.

Yukarıda bahsettiğimiz şehvetle ilgili hususların gerçekliğiyle bağlantılı olarak, SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) Başkanı ve ABD’nin Başkanının sözlerini aktaralım.

SSCB Başkanı Nikita Kruşçev 1962 yılındaki bir konuşmasında şöyle yakınmıştır: “Sovyetler Birliğinin geleceği tehlike arzetmektedir. Zira gençler; gevşemiş, çözülmüş ve şehevi isteklerinin içerisinde boğulmuşlardır.”

Aynı tarihlerde benzer bir sözü, ABD Başkanı John F. Kennedy şöyle itiraf etmiştir: “Amerika’nın geleceği, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü Amerikan gençliği, omuzlarındaki sorumluluğu idrak edememektedir. Asker olması gereken 7 gençten 6 sının elverişli olmadığı gözlemlenmiştir. Zira içinde boğuldukları şehevi istekleri, onların ruhi ve bedeni liyakatlerini tahrip etmiştir.”

O dönemdeki iki büyük devletin yöneticilerinin ikisi de, gerçekleri ifade ediyorlardı. Sovyetlerin sonunda dağılması, ama ABD’nin aynı konumda devam etmesi bizi yanıltmamalıdır. ABD yöneticileri, kendi insanının bu durumunu iyi kavradıklarından, dışarıdan, “ruhi ve bedeni liyakatleri tahrip olmamış, şehevi isteklerin içerisinde boğulmamış” çok fazla sayıda insanları ülkelerine getirdiler. Böylece açığı kapatarak ayakta kaldılar. Fakat Sovyetler Birliği dışarıdan kimseyi getiremedi. ABD’ye göre yeraltı zenginliği fazla olmasına rağmen, havlu attı. ABD’nin yaptığı bu uygulamayı, Batı Avrupa ülkeleri de yapmaya çalışmaktadırlar. Ama bu uygulamanın da bir sınırı vardır. Zengin ülkeye gelen “ruhi ve bedeni liyakatleri tahrip olmamış, şehevi isteklerin içerisinde boğulmamış” insanların çocukları veya torunları, mevcut şehevi ortama uyum sağladıklarından, kaybedilmiş nesil konumuna düşmektedirler.

Gençlerin ve ailelerin durumlarıyla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Aile Birliğini Desteklemenin Düşük Maliyeti” başlıklı makalemizde konunun önemini vurgulamaya çalışmıştık. Gelinen sonuçları da, okuyucularımızla şu şekilde paylaşmıştık:

“Dünyada 1960’lı yıllarda başlayan serbest aşk anlayışı, 1990ların sonunda sadece ABD’ye yılda 100 milyar doların üzerinde bir maliyet yüklemiştir.  Bu maliyet hesabında etki eden kalemler arasında boşanmalar, cinsel temas yoluyla bulaşan hastalıklar ve diğer etkenler bulunmaktadır.

Zengin ülkelerin çoğunda evlilik dışı doğumlardaki artış, her yıl hızlanarak %40’ları buldu

Günümüzde Asya’nın hemen her kentinde uyuşturucu büyük bir sorun haline gelmiştir. Afrika’da da benzer sıkıntı başlamıştır.”

Görüldüğü gibi, zinanın açtığı hem maddi zararlar, hem de ruhi kayıplar, giderek devletlerin taşımakta zorlanacağı boyutlara doğru ilerlemektedir.

Dünyanın hemen her yerinde, insanların arasındaki güven giderek zayıflamaktadır. Zayıflayan güven, insanlığın huzurunun altına konulmuş dinamit gibi durmaktadır. İnsanlar, huzur ve güven içerisinde bir ömür süremezse, yaşamanın ne anlamı kalır? Temeli şehevi duygular ve dolayısıyla yalanlar olan bir yaşamda, kaç kişi gerçek mutluluğu tadabilir?

YAŞAM kategorisine gönderildi | ZİNANIN ZARARLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

MEKKE’NİN FETHİ

MEKKE’NİN FETHİNİN KARARI NASIL ALINDI

 

(NOT. Bu yazı, Haziran 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden, tekrar yayınlıyoruz.)

Medine’deki Müslümanlarla Mekke’deki Kureyşliler arasında yapılan Hudeybiye Barışı, on yıllık bir süre içindi. Barış, sadece Medine Müslüman Cemaati ile Kureyşlileri ilgilendirmiyordu. İki tarafın bütün müttefiklerini de kapsıyordu. Çünkü Arabistan’da o dönemde kabileler arasındaki ittifaklarda zaten böyle bir anlayış vardı.

Barışın üzerinden daha üç yıl geçmemişti. Bir gün Kureyşlilerin müttefiki olan Bekr kabilesi, Müslümanların müttefiki olan Huzaa kabilesinden Kaboğullarına saldırdı. Bu saldırı biraz haince idi. Saldırı sonucunda Kaboğlullarından bir kişi ölmüştü.

Kaboğulları bu durumu, Hz. Muhammed’e (s.a.v) haber verdiler. Hz. Peygamber, zaten Kureyşlilerin anlaşma şartlarını delmeye çalışan tavırlarından memnun değildi. Çünkü Kureyşliler, diğer kabileleri Müslümanlara karşı kışkırtıyorlardı. Önceleri bu ihaneti el altından yaparlarken şimdi açıktan yapmaya başlamışlardı. Uyarılara aldırmıyorlardı.

Hz. Muhammed (s.a.v.) bu saldırının cezasız kalmaması gerektiğine karar verdi. Müttefiklerine de olsa, yapılan bu saldırıyı, kendilerine yapılmakla bir tuttu. Huzaa kabilesine yardım edilmesi gerektiğini düşündü.

Kureyşlilerin önde gelen liderlerinden Ebu Süfyan, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bu konuyu bizzat görüşebilmek için Medine’ye geldi. Ama kendisine hiç taviz verilmedi. Ebu Süfyan bu defa, Hz. Muhammed’in eşi olan kendi kızı Ümmü Habibe’ye gitti. Ondan yardım istedi. Olumsuz cevap alınca Hz. Ali’ye gitti. Amacı pazarlık etmekti. Ama ondan da yüz bulamadı. Eli boş geri döndü.

Hz. Muhammed hemen hareket etmedi. Bir süre gerekli hazırlıkları yaptı. Sonrasında sahabesine sefer emrini verdi. Ama sadece birkaç sahabe dışında seferin nereye olacağını kimseye söylemedi. O sahabelere de insanları yanıltmak için çeşitli söylentiler çıkarmalarını tembihledi. Hatta ordunun Suriye tarafına veya Havazin kabilesinin üzerine gideceği söylentisini yaydırdı.

Bu sıralarda bir rüya gördü. Rüyasında bir kadının sırrına ihanet ederek, Kureyşlilere saldırı yapılacağını haber veren bir mektup götürdüğünü gördü. Hemen kadını Mekke’ye girmeden durdurttu.

Seferi Ramazan ayında başlattı. Ordu, bir süre üç tarafa da gidilebilecek bir kavşağa doğru ilerledi. Bu kavşağa gelindiğinde, oruç tutan Müslümanlardan orucu bitirmelerini istedi. Çünkü enerjiye ihtiyaçları vardı.

Ebu Süfyan yanına aldığı iki kişi ile birlikte yine geldi. Ama Hz. Muhammed’i kararından döndüremedi. Hâlbuki daha üç yıl önce Ebu Süfyan, o güne kadar görülen en büyük ordu ile Medine’yi kuşatmıştı. On bin kişilik ordusu ile Müslümanları ezeceğinden emin idi.

Fakat Allah’ın Müslümanlara yardımıyla, bugün şartlar değişmişti. Ama Kureyşlilerin çoğunluğu bunu göremiyorlardı. Ebu Süfyan değişikliği gözleriyle görünce, Müslüman oldu. Mekke’ye döndü. Ama karısı dâhil Kureyş ileri gelenleri onu, korkaklık ve delilikle suçladılar.

Bu suçlayanlar ve kendilerine çok güvenenler Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke’yi fethetmesini engelleyemediler. Hz. Peygamber hoşgörülü davrandı. Kureyşlileri affetti. Hatta ordusuna onlardan da iki bin kişilik bir kuvvet katarak Huneyn Savaşına gitti. Huneyn Savaşının ganimetlerinden, aklı başına gelen Kureyşlilere, Ensar’dan daha fazla pay verdi.

Kendisi Ensar ile birlikte Medine’ye döndü. Ensar için Hz. Peygamberin sevgisi önemliydi. Dağıttığı ganimetler ise, bazı kalplerin halen dünya malına meyilli olduğunu gösteriyordu. Nitekim Ensar, bu paylaşımdan dolayı başlangıçta itiraz ettiler, ama sonrasında, Hz. Peygamberin kendileriyle birlikte Medine’ye dönüp onları tercih ettiğini görünce, özür dileyerek ve ağlayarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.) kucakladılar. Böylece karşılıklı kucaklaşmış oldular.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEKKE’NİN FETHİ için yorumlar kapalı

HZ. İSA’NIN TANRILIĞI ÜZERİNE

HZ. İSA’NIN TANRILIĞI ÜZERİNE

 

Hz. İsa’nın, Oğul Tanrı olduğunu iddia edenleri karşılıklı oturuyormuşuz gibi düşüneceğiz. Bu sebeple, “sizce” diye başlayan aşağıdaki sorulara cevap vermelerini isteyeceğiz. Makalemizin sonunda, kendi fikrimizi beyan edeceğiz.

Hz. İsa’nın, Tanrılığıyla ilgili tartışmaya başlayabilmek için, önce Tanrı kavramı konusunda fikir birliğine varabilmemiz gerekir.

Sizce, Tanrı, zaman ve mekânla kısıtlı mıdır?

Cevabınız, “kısıtlıdır” ise, böyle bir varlığa neden Tanrı demeliyiz?

Cevabınız, “kısıtlı değil” ise, Tanrı, bir vücut bularak dünyaya inip, yarattığı kulları gibi yaşayarak, Kendisini, zaman ve mekânla kısıtlamış olmuyor mu?

Sizce, Tanrı, akılla kavranabilir mi?

Cevabınız, “kavranamaz” ise; İsa, aramızda yaşayarak, kendisini neden akılla kavranabilir yapmıştır?

Eğer, İsa’nın gösterdiği mucizeler vardır ve bunlar akılla kavranamaz, dolayısıyla, İsa, Tanrıdır diyorsanız, Hz. Musa’nın, asasını denize vurup denizi yarmasını, sonrasında denizi geri birleştirmesini akılla açıklayabilir misiniz? Yine Musa’nın, asasını yere atınca, asasının yılan haline gelip sihirbazların yaptıklarını yutmasını, akılla nasıl açıklayacaksınız?

Eğer, İsa’nın gösterdiği mucizeler vardır derseniz, Hz. İbrahim’in, mancınıkla atıldığı devasa ateşten kurtulmasını akılla açıklayabilir misiniz?

Eğer, İsa’nın gösterdiği mucizeler vardır derseniz, Hz. Süleyman’ın, kuşlarla, hayvanlarla konuşmasını akılla açıklayabilir misiniz?

Eğer, İbrahim’in, Musa’nın ve Süleyman’ın gösterdiği mucizeleri akılla açıklayabilirseniz, İsa’nın yaptıklarını da akılla açıklamanız gerekmez mi?

Eğer, İbrahim’in, Musa’nın ve Süleyman’ın mucizelerini akılla açıklayamazsanız, bu durumda, İbrahim de, Musa da, Süleyman da, Tanrı veya “Oğul Tanrı” ya da “Kardeş Tanrı” olmuş olmuyorlar mı?

Sizce, evreni ve evrenin içerisindekileri kim yaratmıştır?

Eğer, bütün bunları yaratanın, Baba Tanrı olduğu cevabını verirseniz, Oğul Tanrı, konu mankeni durumuna düşmüyor mu?

Eğer, bütün bunları yaratan, Oğul Tanrı cevabını verirseniz, bu defa konu mankeni konumuna Baba Tanrı düşmüyor mu?

Eğer, bütün bunları, Baba Tanrı ve Oğul Tanrı birlikte yarattılar ise, hangisi hangi kısmını veya neleri yaratmıştır?

Evreni birisi, canlıları birisi mi yaratmıştır?

Cenneti, birisi, Cehennemi diğeri mi yaratmıştır? Yahut da her ikisi de ayrı ayrı yarattıklarından, iki ayrı cennet ve iki ayrı cehennem mi vardır?

Yoksa her şeyi tamamen birlikte mi yaratmışlardır?

Eğer birlikte yaratmışlarsa, ilk fikirler kimden çıkmıştır?

Eğer birlikte yaratmışlarsa, hiç birbirleriyle çelişmemişler midir?

Baba-Oğulun birbirine kızarak, birinin yarattığına rakip olacak başka yaratıklar yaratmaya kalkışmaları olağan değil midir?

Eğer, birbirine rakip oldularsa, sonunda gücü ele geçiren Baba Tanrı, Oğul Tanrı’yı dünyaya cezalandırmak için mi göndermiştir?

Sizce, Baba Tanrı ve Oğul Tanrı, ezelden beri mi birliktedirler?

Eğer, cevabınız “evet” ise, neden birisi Baba, diğeri Oğul olmuştur?

Eğer, cevabınız “evet” ise, Baba ve Oğul, nasıl aynı anda birlikte oluşmuşlardır?

Eğer, aynı anda birlikte olmamışlarsa, Baba Tanrı önce var idi ve Oğul Tanrı’yı yarattı ise, Baba Tanrı’nın eşi kimdir?

Eğer cevabınız, “eşi yok” ise, Oğul Tanrı hangi maddeden ve nasıl yaratılmıştır?

Eğer, cevabınız, “eşi var” ise, eşi kimdir?

Eğer, cevabınız, “eşi, Meryem’dir” ise, bir Yüce Yaradan, vücut bulmak için, kullarından birini neden aracı etsin ve eşinin de Tanrı olarak düşünülmesine vesile olsun? Böylece, Kendisine rakip yeni bir Tanrı kavramının oluşmasına sebep olsun?

Eğer, cevabınız, “eşi Meryem’dir” ise, Tanrı olarak gördüğünüz Meryem’i, tanımadığı bir insanla birlikte olup, çocuk doğuran hafif meşrep bir kadın durumuna düşürmüş olmuyor musunuz?

Sizce, Tanrı; doğan, yiyip içen, yorulan, uyuyan ve ölen bir varlık mıdır?

Eğer, cevabınız, “hayır” ise, insan olarak yaşayan İsa’nın, Tanrı olduğunu söylemek mümkün müdür?

Eğer, cevabınız “evet” ise, yiyip içip, uyuyan bir canlıya Tanrı diyebilmek için, nasıl bir akla sahip olmak gerekiyor?

Sizce İsa, çarmıha gerildiğinde, Baba Tanrı, Oğul Tanrı’yı öldürdü mü?

Eğer, cevabınız “evet” ise, kendisini bile öldürmekten aciz bir varlığa, Oğul Tanrı da olsa, Tanrı denilebilir mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, İsa, halen aramızda dolaşıyor anlamı çıkmaz mı?

Eğer, İsa, halen aramızda dolaşıyor ise, bir vücutta mı yaşıyordur? Yaşıyorsa, kimin vücudundadır. Vücutta yaşamıyorsa, nerelerde dolaşıyordur?

Sizce İsa, çarmıha gerildikten sonra, Baba Tanrı tarafından öldürüldü ve kısa bir süre sonra, yine Baba Tanrı tarafından yeniden diriltildi mi?

Eğer, cevabınız “evet” ise, kendisini diriltemeyecek kadar aciz bir varlık, dünyada yaşarken ölüleri kendisi diriltmiş, çamurdan yaptığı kuş heykellerine, kendisi can vermiş olabilir mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, İsa’nın gösterdiği bütün bu mucizeleri, Baba Tanrının yaptığı anlamı çıkmaz mı?

Eğer, bütün bu mucizeleri Baba Tanrı yaptıysa, İsa’nın, Tanrı olduğuna inanılması mümkün mü?

Sizce, İsa, çarmıha gerilmeyi ve acı çekmeyi kabul etmekle, bütün insanların günahlarının yükünü üstlenerek kendisini feda mı etmiştir?

Eğer, cevabının “evet” ise, sıradan bir insan, oğlu gözünün önünde acı çekerken bütün gücünü oğlunun iyiliği için kullanırken, Baba Tanrı, oğlunun acı çekmesini izleyerek, sonunda oğluna saldıranları değil de, oğlunu öldürmesi, Tanrı’nın çok merhametsiz olduğunu göstermiyor mu? Bütün insanların günahlarını yüklenerek acı çeken bir Tanrı, böylesine merhametsiz olabilir mi?

Eğer, cevabınız “evet” ise, bir Tanrı’nın kendisini feda etmesi ne anlama gelmektedir? Tanrılığı bıraktığı anlamında mıdır? Yoksa ölüp bir daha dirilmeyeceği anlamında mıdır?

Eğer, çarmıh sorusuna cevabınız “evet” ise, İsa’dan önce ve İsa’dan sonra yaşamış bütün insanlar günahsız hale mi gelmişlerdir?

Sizce, bütün insanlar günahsız değil, sadece Hıristiyanlar mı günahsızdır?

Eğer, cevabınız “evet” ise, İsa, neden Hıristiyanları kurtarmak için dünyaya geri dönecektir diyorsunuz? Günahsız olanların kurtarılmaya ihtiyacı olur mu?

Eğer İsa, çarmıha gerilirken, insanların günahını yüklenmedi ve kendisini feda etmedi ise, böyle bir varlığın, çarmıha gerilmiş sıradan bir insandan farkı var mıdır?

Sizce Oğul Tanrı İsa’nın soy kütüğü var mıdır?

Eğer, cevabınız “vardır” ise, İsa’nın soy kütüğünde bahsedilen bütün isimlerin de Tanrı olmaları gerekmez mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, Matta ve Luka İncillerindeki soy kütüğü sıralamalarına inanmadığınız anlamı çıkmaz mı?

Eğer, Matta ve Luka İncillerinde yazılan soy kütüklerine inanmıyorsanız, İncillerdeki diğer bahsedilenlerin de, sorgusuz sualsiz kabul edilmeyip, sorgulanması gereği ortaya çıkmıyor mu?

Sizce, Matta ve Luka İncillerinde verilen soy kütüğü, İsa’nın babası denilen Yusuf ile mi başlıyor?

Eğer, cevabınız “evet” ise, burada bir çelişki yok mu?

İsa, hem Yusuf adlı bir insanın oğlu, hem de aynı anda, Tanrı’nın oğlu olabilir mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, bu soy kütükleri kiminle başlamalıdır? Meryem ile mi, yoksa Baba Tanrı ile mi başlamalıdır?

Sizce, Luka İncilinde yazıldığı gibi, Hz. Âdem’den, Hz. İsa’ya kadar, en fazla 77 nesil mi geçmiştir?

Eğer, cevabınız “evet” ise, başka bir sorumuz yok.

Eğer cevabınız “hayır” ise, yine başka bir sorumuz yok.

Şimdi, Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın durumu hakkındaki düşüncelerimizi paylaşalım. Bu konuşa gerçekçi bir fikir yürütebilmek için, Yüce Yaradan’ın korunmuş tek kutsal kitabı olan Kur’an’dan faydalanacağız. Ancak, Kur’an’da bu iki çok değerli insan ile ilgili ayet sayısı çok fazla olduğundan, ayetleri vermeyeceğiz. Okuduğumuz ayetlerin sonucunda edindiğimiz fikrimizi paylaşacağız.

Hz. İsa, Hz. Meryem’in oğludur. Meryem, ırzını korumak ve temiz kalmak için üstün gayret gösterdiğinden, Yüce Yaradan’ın, seçerek rahmetiyle muamele ettiği ve ona evlat müjdeleyerek vahiy gönderdiği bir kuludur.

Hz. İsa, Yüce Yaradan’ın, Meryem’e attığı kelimesidir. Yani, sözüdür. Hz. İsa, tek olan Tanrı’nın gösterdiği mucizelerin aracılarından birisidir. Tanrı’mızın bir kulu ve peygamberidir.

İsrailoğullarının ve insanların arasında yoldan çıkmaların artması üzerine, gönderdiği Zekeriya Peygamberin etkili olamamasından dolayı, Yüce Yaradan, Yahudileri ve insanları kendilerine getirip doğru yola sevk etmek amacıyla, mucizelerle donattığı İsa kulunu yollamıştır.

Hz. İsa’nın oluşumu, bütün kâinatın, kâinattaki bütün canlıların, yani, bitkilerin, hayvanların, âdemoğullarının ve Hz. Âdem’in oluşumuyla aynıdır. Yüce Yaradan’ın “ol” demesiyle sıfırdan oluşmuşlardır.

Hz. İsa’nın böyle bir yöntemle oluşturulması; Yüce Yaradan’ın, Kendi varlığını, Tanrı’yı unutan ve kendilerini Tanrı gibi gören insanların gözlerine sokması içindir. Geçmişte aynı uygulamaları Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Süleyman aracılığıyla göstermiş olmasına rağmen, unutanlara hatırlatma yapılmıştır.

Bu yazıyı yayınlarken umudumuz, bazı insanların, Hz. Meryem’e, Hz. İsa’ya ve en çok da Yüce Yaradan’a attıkları iftiralardan dolayı, ayna karşısında kendi gözlerinin içine bakarak özür dilemeleri ve bundan sonrasında Tanrı’mızın gösterdiği yolda yürümeye gayret ederek, affedilmelerini sağlamaya çalışmalarıdır.

Tanrı tarafından akıl verilmiş her kul, seçimlerinin sonucundan kendisi sorumludur.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HZ. İSA’NIN TANRILIĞI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 3

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 3

 

Nasreddin Hoca’nın Türk Dünyasının hemen her bölgesinde tanındığını gösteren bir hikâye şöyledir.

 HİKÂYE: EŞEĞE OKUMASINI ÖĞRETME

Bu hikâyenin Türkiye’de anlatılış şekli aşağıdadır:

Hoca, Emir Timur’u ziyaret ettiği günlerden birinde, konu eşekten açılınca, eşeğini biraz fazla övmüş.

Timur:

-Atıyorsun Hoca demiş.

Hoca, ne yapsın bir kere söylemiş bulunmuş, sözlerinde ısrar ederek:

-İstesem ona okumasını bile öğretirim deyivermiş.

Emir Timur da hemen

-Sana tam üç ay müsaade, öğret de görelim demiş.

Hoca bakmış ki durum ciddi, başlamış eşeğe eğitim vermeye. Önüne büyük bir kitap koymuş. Kitabın sayfalarının içerisine az az yem koymuş. Eşeğe, yemi yiyince diliyle sayfayı çevirmesini öğretmiş. Eşek sayfayı çevirdikçe açılan sayfadaki yemi yiyor, sonra yeniden yem bulabilmek için diliyle sayfayı çeviriyormuş.

Üç ayın dolmasına üç gün kala Hoca, eşeğe yem vermeyi kesmiş. Üç ay dolunca Hoca’yı ve eşeğini Timur’un huzuruna götürmüşler. Eşeğin önüne bir kitap konulmuş. Eşek, yem bulabilmek umuduyla sayfaları diliyle çevirmeye başlamış. Kitabın sayfaları bitince, kafasını kaldırmış ve Hoca’ya doğru bakarak anırmaya başlamış.

-Timur, Ee, hani diye sormuş.

Hoca:

– Eşeğin okuması bu kadar olur demiş.

Yorum kısmına geçmeden önce, konuyla ilgili olduğu için aktarmak istediğim bir hatıram var. 1992 yılının Şubat ayında bir gurup arkadaşla birlikte yeni kurulan Türk Devletlerini ziyarete gitmiştik. Özbekistan’ın Semerkant şehrinde iki katlı bir otelde kalmıştık. Sabah otelin bahçesine çıktığımda bir de ne göreyim. Bahçenin bir tarafında bir havuz var, havuzun kenarında da, Nasreddin Efendi’nin eşeğe okumasını öğretmesinin temsili olarak, kendisinin ve eşeğinin heykeli ile ikisinin önünde de bir kitap heykeli duruyor.

Semerkant, Emir Timur’un ikinci başkentiydi (birincisi, bugün Afganistan sınırında kalan Herat şehridir.) Nasreddin Hoca ile ilgili yazılarımın ilkinde bahsettiğim gibi, Timur, Anadolu’ya 1402 yılında geldiğinde, Hoca çoktan vefat etmişti (vefatı, 1284).

Bir tarafta Türkiye’de anlatılan Emir Timur ile Nasreddin Hoca hikâyesi, diğer yanda, Emir Timur’un başkentinde Nasreddin Efendi olarak bilinen bu üstadın bu hikâyesinin ölümsüzleştirilmiş anıtı.

Bu hikâyenin ilk oluştuğu yer Semerkant bile olsa, eğer Nasreddin Hoca aynı kişi ise sonuç değişmiyor. Hoca’nın yaşadığı yıllar 1208-1284, Timur’un doğum tarihi 1336. Bu durumda akla iki ihtimal geliyor. Ya Nasreddin Hoca diye bilinen üstat, tek insan değil, birden fazla kişi. Yahut da Hoca aynı şahıs, ama hem hikâyeleri dilden dile yayılmış, hem de dikkat çekmesi için, başka konular Hocaya atıfta bulunarak anlatılmış.

İkinci ihtimal daha kuvvetli görünüyor. Çünkü 1555 yılında Osmanlı Türk Devleti ile Safevi Türk Devleti arasında yapılan anlaşmaya kadar, Orta Asya’daki Türk bölgelerinden Anadolu’ya göçler devam etmiştir. Dolayısıyla geniş coğrafyaya yayılmış Türkler arasında sözlü kültür aktarımı sürmüştür. Ayrıca Osmanlı Devleti, Safevi Devletine karşı destek vermek için Özbek sultanlarına yardımcı olmayı sürdürmüştür.

Diğer yandan, Kazakistan’da “Kocanasır” olarak bilinen Hoca’, Gagavuz Türklerinde de Nastradin olarak bilinir. Biz de bu makalemizde Gagavuz Türklerinde anlatılan bir hikâyeyi yorumlamaya çalışacağız.

Bu bilgileri kısaca paylaştıktan sonra, şimdi yukarıda aktardığımız eşek hikâyesiyle ilgili yorumumuza dönelim.

YORUM:

Hocanın bu hikâyesinde yine birkaç mesaj bir arada verilmiş.

Sohbetlerde konuşurken, gerçeklerden uzaklaşmamamızı ve ölçüyü kaçırmamamızı tavsiye diyor.

Eğer, karşı taraf bizden makamca veya maddi olarak güçlü ise, sözümüzü ispatlamasını isteme erkine sahiptir demektir. Bu durumda, kendi kazdığımız kuyuya kendimiz düşebiliriz.

Eğer, karşı taraf fikirleri sorgulayan ve konuşmalarımızdaki çelişkileri görebilen kişi veya kişiler ise, bizi kendi sözlerimizle vururlar. Dolayısıyla yine kendi kazdığımız kuyuya düşebiliriz.

Sohbetlerde konuşurken ölçüyü kaçırarak, gerçeklerle bağdaşmayacak şeyler söylememiz, karşımızdakileri cahil olarak görmemize sebep olur. Ama sonradan dönüp, sakin kafayla kendi durumumuzu irdelediğimizde, asıl cahilin kendimiz olduğu fikrine gelerek, kendi kazdığımız kuyuya düşebiliriz.

Diğer taraftan, eşeğin kitabın sayfalarını diliyle çevirmesini, bir kitaba sadece göz gezdirerek okuyan bir insanın durumuna benzetebiliriz. Hoca, bir kitabı okumakla göz gezdirmek arasındaki farkı bizlere göstermek istiyor.

Bir kitabı sadece göz gezdirerek okuyan insan, ya okuduğunu farklı anladığı için, çevresine kendi anladığını aktarır ve çevresindeki insanların yanlış bilgi edinmesine sebep olur.

Veya kendisi doğru dürüst bir şey anlamadığı için, kitabı kötüler. Eşeğin anırması, bir şey anlamadığı kitabı kötülemekle benzer anlama gelir. Belki eşeğinki gibi sesi çok çıktığından, haklıymış gibi görülebilir. Hâlbuki sakin bir şekilde anlatmaya çalıştığında, kendi eksiklerini kendisi görerek, okuduğunu anlamayanın kendisi olduğunu fark etmesi ihtimali kuvvetlidir.

Hikâyeden alınabilecek bir diğer mesaj, öğrenmeye yatkınlığı ve isteği olmayana, ortam ne kadar cazip hale getirilirse getirilsin, öğretmenin çok zor olduğudur. Hepimiz yaşayarak gömüşüzdür ki, talep ve istek olmadan biz ne kadar anlatırsak anlatalım, sözlerimiz karşımızdakinin bir kulağından girip diğerinden çıkabilmektedir.

Şimdi Gagavuz Türklerinden bir fıkrayı ele alalım. Bilindiği gibi, Gagavuz Türkleri Hıristiyan’dır. Eski dönemlerde, hocalar da, papazlar da köylünün, kasabalının yardımlarıyla geçinirlerdi. Maaş almazlardı. Aktaracağımız hikâyede Papaz, köylüden toplayacağı yiyecek hakkını, Hocaya devrediyor. Aşağıdaki hikâyede bahsettiğimiz Nasreddin Hoca, bu bölgede Nastradin olarak bilinir. Biz hikâyede Hoca olarak bahsedeceğiz.

HİKÂYE: GÖSTEREYİM NASIL YEDİM

Papaz, bazı uzak evleri dolaşıp peksimet (kovrik) toplamaya üşenmiş. Hoca’ya eğer toplarsa yarısını ona vereceğini vaat etmiş.

Hoca evleri gezmiş. Tam 16 peksimet toplamış.

_Hm, düşünmüş Hoca, bu peksimetlerin yarısı benim. Payını ayırmış, sekizini yemiş.

Sonra kendi kendine düşünmeye devam etmiş: Ama bunlardan da yarısını Papaz nasılsa bana verecek demiş, hesaplamış dört eder. Dördünü daha yemiş. Kalmış dört peksimet.

Dördün de yarısı, Hoca’nın hesabına göre ona düşermiş.

O dörtten de ikisini daha yemiş. Kalmış iki peksimet. Papazın evinin önüne geldiğinde, elindekilere bakmış, Bunun yarısı benim zaten demiş. Kalan iki peksimetten birisini daha yemiş. Papazın avlusuna elinde bir peksimetle girmiş.

_ Kaç peksimet topladın, o saat sormuş Papaz.

_ On altı, hızla cevap vermiş Nasreddin.

_ Ne yaptın onları?

_ Payımı yedim, demiş Hoca

_ Ee, onların hepsi sana düşmezdi, nasıl yedin onları? diye sormuş öfkeli Papaz

_ Olur, göstereyim demiş Hoca ve yemiş kalan bir peksimeti de.

YORUM:

Hoca burada birkaç mesaj birden vermiş.

Birincisi; insan nefsine yenilip yorum yapmaya başladı mı sınırını tutturamaz. Nalıncı keseri gibi, hep kendine doğru yontar. Hoca da, elindeki peksimetlerin yarısını yedikten sonra tekrar düşünmeye başladığında, elindeki mevcuda göre değerlendirirken yediklerini hesaba katmıyor. Böylece, kendi menfaatini her daim ön planda tutarken, değişen şartları da kendine göre yorumlayabileceğini göstermektedir.

Papazın öfke ile sorması üzerine son peksimeti de yiyerek ikinci mesajı veriyor. Diyor ki; “Yanlış soru soran yanlış cevap alır.” Bu hata çoğumuzun düştüğü bir yanlıştır. Eşimizle, çocuklarımızla, astlarımızla, üstlerimizle konuşurken soracağımız sorulara dikkat etmezsek, Papazın durumuna düşmemiz ihtimali her zaman vardır.

Üçüncü bir mesaj da, bir insanın kendisinin yapabileceği bir işi, üşenerek veya başka basit bir sebeple başkasına havale etmesinin, beklenen sonucu vermeyeceği gerçeğini göstermektir. Bu ortamı tanımlayan bir özdeyiş şöyle: “Kurda sormuşlar, ensen niye kalın? Kendi işimi kendim görürüm de ondan demiş.”

Sosyal kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 3 için yorumlar kapalı