DEVLET ELİYLE KÖLELİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE

DEVLET ELİYLE KÖLELİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE

 

Belgelenmiş tarihte, devlet eliyle kölelik sisteminin kurulması ilk defa Antik Helen’deki site devletlerinde görülmüştür. En büyük site devletlerinden olan Sparta’da, kölelerin oranı, toplam nüfusun %80lerine kadar yükselmiştir. Diğer büyük site devleti olan Atina’da bu oran %50’nin üzerinde olmuştur.

Bu fiili durumdan dolayı, Sokrates, Aristo, Pisagor ve Platon gibi ünlü düşünürler, eşitliğin, hür insanlar arasında uygulanacak bir şey olduğunu savunmuşlardır. Köleleri hiç hesaba katmamışlardır. O dönemlerin ünlü bilgelerinin birçoğu, köleleri insan olarak bile görmemişlerdir. Aristo dâhil birçok düşünür, köle insanları konuşan bir hayvan olarak nitelemişlerdir.

Roma İmparatorluğu da, Antik Helen’deki uygulamanın benzerini sergilemiştir. Tarihteki en büyük köle isyanlarından olan Spartaküs başkaldırısı, Roma yönetiminden kurtulmak için çıkarılmıştır. Tarihçiler, M.Ö. 73-71 yıllarındaki bu isyan hakkında şu fikri ileri sürmüşlerdir: “Eğer, isyan eden kölelerin amacı, Roma’dan kaçıp kurtulmak değil de, Roma’yı ele geçirmek olsaydı, bunu başarabilirlerdi.”

Tarihte görülen bir başka köle isyanı, Arap bölgesinde Abbasiler döneminde yaşanmıştır. Zirai alanda, bilhassa şeker kamışı tarlalarında çalıştırılan zenci kölelerin katıldığı bu isyan zinciri, 869 yılında başlamıştır. 883 yılındaki asıl büyük isyan, zorlukla bastırılmıştır. Bu isyanı bastırmak için Halife Mutemid Ala’llah birliklerini göndermiş, fakat askerlerinden bir kısmı isyancıların safına geçmiştir. Bunun üzerine, Abbasi Hilafet Ordusundaki Türk unsurlar ve komutanlardan yardım istemiş, isyan böylece bastırılabilmiştir. Kur’an’da, insanlar eşittir denilmesine ve Hz. Muhammed, Veda Hutbesinde köleliği kaldırdım demesine rağmen, Abbasi Devleti, zencileri, tarlalarda köle olarak çalıştırmıştır.

Diğer taraftan, Batı Avrupa devletlerinin dünyaya yayılmasının sebepleri üzerine inceleme yaptığımızda, kölelik anlayışının önemli bir etken olduğunu görürüz. Avrupa yayılmacılığında, kölelik, hem toplumsal hem de ekonomik bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupalılar, Doğu sınırlarındaki Osmanlı Türkleri karşısında başarılı olamamışlardı. Çünkü Türklerde de barut vardı. Deniz üzerinde Batıya giderek Doğunun zenginliklerine ulaşmaya çalıştılar. Yeni gittikleri yerlerde baruta sahip olmayan, hattâ kılıcı bile olmayan halklarla karşılaştılar. Barut üstünlüklerinin gücü sayesinde kolayca ilerledikçe, açgözlülükleri arttı. Açgözlülük artınca, acımasızlıkları da arttı. Acımasızlık, köleliği sıradan bir olay haline dönüştürdü.

Zaten, Roma İmparatorluğundan sonra köleliği terk etmemişlerdi. Çok az yumuşatarak serflik sistemini kurmuşlardı. Toprak ağası adına çalışan köylü, toprak bir başkasına satıldığında, ayrılamıyordu ve yeni ağaya çalışmak zorundaydı. Bu köylülerin kölelerden terk farkı, ürettikleri yiyeceklerden ihtiyaçları kadar olanını, denetimli olarak, kendilerine ayırabiliyorlardı.

Kölelik, güçlü ülkelerin maddeten kalkınmalarını sağladıkça, zayıf toplumların üzerinde kurdukları üstünlüğün önemli bir simgesi haline geldi. Kölelik anlayışı yaygınlaştı ve kölelik sistemi kuruldu.

Köle ticaretini, Afrika’nın batı kıyılarına ilk gidenlerden olan Portekizliler başlattılar. Sonra devreye, Hollandalılar ve İngilizler de girdi. Bu ülkeler, işlerinin konusu köle ticareti yapmak olan resmi şirketler kurdular. Fakat yine de Avrupalılar, Amerika’daki yerlilerin büyük çoğunluğunu yok edip iyice güçlenene kadar, köle ticaretinin boyutları korkutucu olmadı. Köle ticaretinin %80’i, 1800 yılından sonra yapıldı. Yani, yerlilerin soylarının kurutulmaya yüz tuttuğu, kalan az sayıdaki yerlilerin de gerek köleleştirilemediği, gerekse üretim için yetersiz sayıda olduğu bir ortamda, Afrika’dan köle getirmeye başladılar.

Toplam köle ticareti için verilen rakamların ortalaması 10 milyon kişinin yakalanıp köle olarak satıldığı şeklindedir. Bu rakama, köleleri yakalanmaları sırasında ve çok kötü şartlarda yaptıkları gemi seyahatlerinde ölenler dâhil değildir. Daha 1830 yılında, 24 eyaletten oluşan ABD’nin 12 milyon olan nüfusunun 2 milyonu köleler idi.

Köleleştirilenler, yakalandıktan sonra ölenler, kölelerin çocukları gibi etkenler düşünüldüğünde köleliğin muazzam boyutu daha iyi anlaşılır. Rakamın yüksekliği, Avrupalılardaki kölelik anlayışının temelinde, ciddi bir sosyolojik olgunun barındığının işaretidir.

Yeni keşfedilen topraklara göç eden beyazlar, toprakların yer altı ve yer üstü zenginliklerini kullanıp güçlendikleri için, bir süre sonra refah içerisinde yaşamaya başladılar. Beyazların ulaştıkları bu refahın temellerinden birisi de, önce yerlilere yaptıkları ve insanlıkla bağdaşmayan uygulamalar, sonra yerliler azalınca kurdukları sistematik köle düzenidir. Karın tokluğuna çalıştırdıkları işgücünün büyüklüğü, beyazların kalkınmasında etkili olmuştur. Nitekim bu anlayışın uygulanması sadece kölelere değil, diğer paralı işçilere de yansımıştır. Kölelerden daha bilgili olan işçiler, neredeyse köle gibi çalıştırılmışlar ve zengin beyazların kalkınmalarında daha çok etkili olmuşlardır.

Böylesine büyük rakamlara ulaşan köle ticaretini yapabilmek için, köle yapacakları insanları yakalamaları, ciddi gayret gerektirmeye başladı. Bu nedenle, köle devşirenler giderek acımasızlaştılar. Onların acımasızlıkları ayyuka çıkınca, bazı insaflı beyazlar, bu uygulamaları eleştirmeye başladılar.

Bazı beyazların ferden yaptıkları eleştirilerin bir etkisi olmadı. Çünkü kurumlar, köleliği görmezden geliyorlardı. Bilhassa en güçlü ve yaygın kurum olan Kilise, bazı papazlar hariç, köleliğe karşı net bir tavır koymadı. Eğer, karşı bir tavır koysalardı, köle ticareti bu kadar açıktan ve resmi olarak yapılamazdı. Kilisenin bu tavırsızlığına rağmen, bazı rahiplerin çabalarının, köleliğin daha hızlı artmasının önünde bir engel teşkil ettiği anlaşılıyor. Hâlbuki Kilise itiraz etseydi, köle ticaretinin çok hızlandığı 1800’lü yıllar, Kilisenin, ülke yönetimleri üzerindeki tesirinin giderek azaldığı dönemler olmasına rağmen, karşı çıkmalarının çok ciddi etkisi olabilirdi.

Köle ticaretindeki bu hızlı artışın bir başka önemli sebebi, zenginlemeye başlayan Avrupalıların tüketimlerinin hızla çoğalmasıdır. Dolayısıyla, dünya ticaret ve üretim hacminin artmasıdır. Bu gelişmeler olurken, Avrupalı önderler, düşünürler ve halk, kendi refahlarının artıp artmamasına bakıyorlardı. Refahtaki artışın sebepleriyle ilgili hiçbir sorgulama yapmıyorlardı. (Tıpkı, günümüzdeki Amerikan halkının, yöneticilerin, diğer ülkelerdeki demokrasi ve hattâ insanlıkla pek bağdaşmayan tavırlarını hiç sorgulamayıp, sadece ekonomik ortamı sorguladıkları gibi.)

Kilisenin, köle ticaretine net bir şekilde karşı çıkmamasının muhtemel nedenlerinden birisi, köle yapılan insanları ve köle gibi çalıştırılanları, Hıristiyan olmadıkları için, ateist veya din düşmanı gibi görmesi olabilir. Kilisenin taç giydirdiği krallar, Kilisenin belirlediği yemini yapıyorlardı. Kralların yaptıkları bu yeminler, onlara din düşmanlarına karşı mücadele etme ve din karşıtlığını yok etme yükümlülüğü getiriyordu. Bu yükümlülükleri, kralların, egemenlikleri altındakilere hoşgörülü davranmalarını kısıtlıyordu. Örneğin Fransa’da, Fransız olmalarına rağmen Katolik olmayanların hakları çok sınırlıydı. Evlilikleri yasal sayılmıyordu. Dolayısıyla çocukları da vatandaş olarak kabul edilmiyordu. Katolik olmayan Fransızlar bu hakkı, 1787 yılında elde ettiler. O güne kadar, kendi ülkelerinde yarı köle konumundaydılar. Kendi komşusu için böyle düşünen bir Fransız’ın, bilmediği bir ülkede yaşayan zenciler için, insanca düşünmesi beklenemezdi. (Tıpkı, siyah derililerle aynı sırada bile oturmak istemeyen Amerikalı beyazlar gibi.)

Avrupa’nın önemli bir bölümünde, üniversiteler bile, rahiplerin etkisindeydi. Örneğin, İngiltere’de Cambridge ve Oxford, Anglikan Kilisesine bağlı olmayan Hıristiyanlara kapalıydı. Katolik olanlar ise kesinlikle giremiyordu. Üniversitelerin müfredatlarını ve verdikleri eğitimin tanımını belirlemede Kilise çok etkiliydi. Bu anlayış üniversite öncesi eğitime de yansıdığından, okuma yazma öğreniminin, belirli gurupların egemenliğinde kalmasına sebep oluyordu. Bu yanlış uygulama sonucunda, sömürgelerden gelen artık değerlerle zenginleyen İngiltere’de, halkın çoğu fakir kalmaya devam etti. Bu sebeple, ABD’ye en çok göç veren ülkelerden biri, Amerika’dan en çok geliri elde den ülke olmasına rağmen, Birleşik Krallık oldu.

Protestan anlayıştaki ülkelerde Kilisenin anlayışı bu kadar katı değildi. Bu sebeple Protestanların etkili olduğu devletlerde okuryazar oranı, Katolik memleketlere göre daha fazla oldu. Örneğin Almanya (Prusya ve diğer küçük devletler) okuryazar oranı daha fazla olduğundan, sömürgeleri olmamasına rağmen sanayide daha ileri gitti. 1830’larda Prusya’nın kimya enstitüleri, Avrupa’nın en iyileriydi. Ordusu, kurmay subayı en çok olandı.

Amerika’yı ilk keşfeden İspanya, Katolik Kilisesinin etkisinden çok uzun süre kurtulamadı. Nitekim İspanya üniversiteleri Newton’u uzun süre reddetmeyi sürdürdüler. Üniversitelerdeki bu anlayış bile tek başına, İspanyol Pizzaro ve Cortes gibi generallerin Meksika’da ve Peru’da yaptıkları vahşeti açıklamaya yetiyor. Yapılan bu vahşetlere, İspanya hükümetinin ve Katolik Kilisesinin karşı çıkmaması, aksine onları ödüllendirmesi ülkedeki anlayışın bir göstergesidir.

Birleşik Krallık, 1807’de köle ticaretini kaldırdı. 1834’te de, köleliği kaldırdı. ABD’de kölelik 1865’te kaldırıldı. Yine çok sayıda kölenin çalıştırıldığı Brezilya’da kölelik 1888’de kaldırıldı. Fakat köle kullanımı çok yaygın olduğundan, köleliğin resmen kalkması, sosyal hayata aynı şekilde yansımadı. Sorun sosyolojik anlamda devam etti. Tam bir asır sonra bile, ABD’de, insan hakları savunucusu Malcom X, ayrımcılığa karşı olan fikirlerinden dolayı 1965’te öldürüldü.

İşin ilginç tarafı, Batıda kölelik kaldırılırken, bu tarihlerde, Arap köle tacirleri, Afrika kıtası ve Hint Okyanusunda halen köle ticaretini yapmaya devam ediyorlardı. Avrupalıların, Amerika kıtası için Afrika’dan topladıkları kölelerde, Arap köle tacirlerinin ciddi yol göstermeleri ve emekleri vardır. Ancak bu çabalar, devlet eliyle yapılmamıştır. Şahsi çalışmalar olarak kalmıştır.

Günümüzde ise, kölelik, ekonomik kölelik şeklinde ve şiddeti hafifletilmiş halde sürmektedir. Sanki eski kölelere hürriyetleri verilmiş gibi oldu, ama ekonomik bağımlılıkları aynı şiddette devam ediyor.

Eğer zenginlerin, kendilerini çok zeki ve haklı, diğerlerini ise kastlara ayırarak alt sınıf olarak görmeleri üzerinde ciddiyetle durmazsak, insanlığın, karanlık bir geleceğe doğru gitmesi kaçınılmazdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLET ELİYLE KÖLELİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 4

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 4

 Nasreddin Hoca ile irtibatlandırılan hikâyelerin yorumlarına, yine o dönemlerin en yaygın konusu olan eşek temalı fıkralarla devam edelim.

HİKÂYE: ÜSTÜNDE OLSAYDIM

Hoca eşeğini yitirmiş. Hem arıyor hem de şükrediyormuş.

_ Hoca! Eşeğini yitirmişsin de niye şükrediyorsun? diye sormuşlar.

_ Üstünde bulunmadığıma şükrediyorum, demiş Hoca. Yoksa ben de kaybolacaktım.

YORUM:

Hoca, “beterin de beteri var” anlayışının, toplumda yayılmasına vesile olmak istemiş. Küreselleşmenin ve hızlı şehirleşmenin etkisinin giderek arttığı dönemlere kadar, çoğu toplumda olduğu gibi, Türk toplumunun önemli bir bölümü de, olaylara “beterin beteri var” şeklinde bakar, sahip olduklarına şükrederdi. İnsanların çoğu, herhangi bir öğün yemeğinin sonunda karnı doyduğu için, “nice bunu bulamayanlar var” diyerek şükrederdi. Yaşadığı ortamı, kendisinden maddeten daha güçlülerle karşılaştırmaz, kendisinden maddeten daha zayıf olanlarla karşılaştırırdı. Böylece “beterin beteri var” anlayışına ulaşır ve haline şükrederdi.

Diğer taraftan Hoca, topluma, kötü olayların sonucunda bile, olayların iyi yönlerini görerek mutlu olunabileceğini anlatan bir psikolog gibi öğütler vermiş. Hoca bu hikâyede, eşeğini kaybetmiş birisi durumuna düştüğünden, maddeten kendisinden daha zayıf birisini hayal etmesi zordur. Böyle birisi, ancak, eşeğini borçla almış ve henüz borcunu veremeden eşeğini kaybetmiş birisi olabilir. Böyle bir şahsı, o dönemin pazarlıkla ve peşin olarak yürüyen pazar satış şartlarında bulmak da pek mümkün değildir. Bu sebeple Hoca, kendisini kendisiyle karşılaştırmış ve daha kötüsünü kendi şahsında düşünmüştür. Böylece başına gelen bu müessif olayın bile, kendisini mutlu edecek yönünü bulmuştur. Böyle bir çözüm üreterek de, bizlere, yaşanan kötü olaylar sırasında dâhi mutlu olunabileceğini uygulamalı olarak göstermiştir.

Hoca, ayağı taşa takılarak sendeleyen veya düşen bazı insanların, taşa kızmaları ve taşı tekmelemeleri gibi yapmamıştır. Başına gelen bu müessif olayda bile, taşa takılan bir ayağa sahip olduğu için sevinler gibi düşünmüştür.

HİKÂYE: SEN Mİ SATACAKSIN BEN Mİ?

Hoca bir ara turşu satmaya karar vermiş. Turşu küplerini eşeğe yüklemiş, sokak sokak dolaşmaya başlamış.

Ama ne zaman “Turşu!” diye bağıracak olsa, eşek anırmaya başlıyormuş. Bir iki böyle dolaşmış. Sonunda bakmış ki eşek kendini bağırtmayacak:

_ Bana bak arkadaş! demiş. Turşuyu sen mi satacaksın, ben mi?…

YORUM:

Hoca, çevresinde tanınmış, itibarlı birisidir. O dönemlerde Anadolu’ya göç eden Türkler, yerleşik hayata geçmişlerdi. Yerleşik hayata geçildikçe, ticaret yapanların sayısı her geçen gün artıyordu. Ancak, kahramanlık ve gazilik ruhuna sahip Türklerde ticaret yapmak, hor görülmeye başlanmıştı. Nasreddin Hoca, bu anlayışa rağmen ticaret yapmaya kalkışarak, ticaretin hor görülmesinin önüne geçmeyi hedeflemiş olabilir.

Diğer taraftan, yapmaya başladığı ticaret, mahalle mahalle dolaşarak turşu satma işidir. Hoca gibi tanınmış ve itibarlı bir insan için yaptığı iş, küçük çaplı ve gezerek yapılan zor bir ticarettir. Dolayısıyla, Hoca bu hikâyeyle, ticaretin büyüğünün küçüğünün olmayacağını, küçük ticaret yapmanın, insanı küçük düşürmeyeceğini göstermeye çalışmış. Sonuçta, ticaretin bizzat kendisinin önemli bir iş olduğunu vurgulamak istemiş olabilir.

Hoca’nın vermek istediği bir başka mesaj şöyle olabilir. Hocanın amacının, “ticaret için birlikte yola çıkılacak arkadaşının mutlaka iyi seçilmesi gerektiği, aksi takdirde hayal kırıklığı yaşanabileceğini göstermektir” diye düşünürsek abartmış olmayız. Ortaklıkların çoğunun akim kalması, tarafların, ortak seçimlerinde yanlış yapmalarındandır. Aynı özelliklere sahip insanların ortaklık yapmaları halinde ileride anlaşmazlığa düşmeleri ihtimali kuvvetli olmaktadır. Hâlbuki birbirini tamamlayan özelliklere sahip ortakların birliktelikleri daha uzun sürebilmektedir.

Nasreddin Hoca’nın bize vermek istediği bir başka mesaj için de şöyle fikir yürütebiliriz. Ortaklar, birbirlerini tamamlayan özelliklerde bile olsalar, işe başlamadan aralarında anlaşma yapmayanlar, yarı yolda sıkıntıya uğrayabilirler. Dolayısıyla, anlaşmanın, Hoca’nın eşekle yapmaya çalıştığı gibi işin yarısında değil, başlangıcında yapılması gerekmektedir.

HİKÂYE: EŞEĞE Mİ İNANIYORSUN, BANA MI?

Bir gün komşusu gelmiş, Hoca’dan su taşımak için eşeğini istemiş.

Hoca:

_ Eşek evde yok, demiş.

Tam o sırada, eşek ahırdan anırmaya başlamaz mı!…

Komşusu:

_ Yahu Hoca! demiş, niye yalan söylüyorsun, işte eşek evde ya!…

Hoca:

_ Ne yani demiş, sen şimdi eşeğe mi inanıyorsun, bana mı?

YORUM:

Hoca, bir insanın, başkasına yardımcı olmaya gönlü olmayınca, her türlü bahaneyi uydurabileceğini göstermek istemiş. Halk arasında söylenen “urgana un sermek” terimi,  bu gibi durumları açıklamak için oluşturulmuş bir deyimdir.

Ayrıca Hoca, yardım istenilen bir insana güvensizlik duymanın ve bunu yüzüne belirtmenin yanlış olduğunu vurgulamış. Bu şekilde suçlayıcı davranmanın sorunu çözmeyeceğini, aksine derinleştireceğini anlatmış.

Nitekim Hoca verdiği cevapla, eşeği o anda vermediği gibi, bir daha komşusunun gelip Hoca’dan eşeğini istemesinin de önünü kesmiş oluyor. Demek ki, komşusu Hoca’yı suçlayıcı konuşunca, sorunu çözmek bir yana, daha da derinleşmesine vesile oluyor. Komşusu da Nasreddin Hoca gibi hazır cevap olsaydı ve “benim zaten dışarıdaki eşeğin gelmesini bekleyecek vaktim yok, ahırdaki şu anıran eşek de benim işimi görür” mealinde konuşsaydı, belki sonuç farklı olurdu. Çünkü suçlanan insanlar, kendilerini temize çıkarmak için, savunma yapmak zorunda olduklarını düşünürler.

YAŞAM kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 4 için yorumlar kapalı

ZİNANIN ZARARLARI ÜZERİNE

ZİNANIN ZARARLARI ÜZERİNE

 

Zina, evlilik dışı cinsel ilişki kurmaktır. Kur’an, bir evliliğin tek eşli olmasını tavsiye eder. Sadece yetimleri korumak için, çocukları yetim kalmış dört kadınla, aralarında adaleti sağlamak gibi çok önemli bir şartla izin verilir. Muta nikâhı gibi anlaşmalı sahtekârlıklara taviz vermez. Muta nikâhı hususundaki fikrimizi, bu sitede yayınladığımız “Muta Nikâhı Üzerine” başlıklı makalemizde daha tafsilatlı olarak ele aldık.

Evlilik dışı ilişkilerde, tarafların bazı hastalıklarının birbirlerine geçmesi ihtimali kuvvetlidir. Geçmiş dönemlerde çok etkili olan ve zührevi hastalıklar olarak bilinen frengi, bel soğukluğu, yumuşak gibi dertler bu yolla bulaşırdı. Ayrıca, zina yapan insanlar birbirlerini yeterince tanımıyorlarsa, sahip oldukları bazı bulaşıcı hastalıkları da karşı tarafa bulaştırabilirler.

Ancak, biz bu yazımızda konuyu bedensel hastalıklar açısından değil, diğer yönlerden yaklaşarak irdelemeye çalışacağız.

Zina olayı, kişilerde sadece bedensel hastalıkların oluşmasına vesile olmaz. Zina yapanların ruhlarında da bu olay etkili olmakta ve ruhi hastalıkları başlatmaktadır. Gizli zina yapanlarda ruhi bunalım görülmesi durumu, artış göstermektedir. Zina yapan insan, durumunu gizlemek istedikçe, iç bunalıma sürüklenmektedir.

Bedensel hastalıklar konusunda ciddi bir ilerleme sağlayan tıp bilimi, ruhsal bunalımlar hususunda çözüm üretmekte zorlanmaktadır. Bilhassa gizlilik içerisinde yürütülen zina ilişkileri, insanları yalan söylemeye doğru yönlendirmektedir. Yalana başlayan bir kişi, eğer zina yapmayı sürdürürse, artık yalanı adet haline getirmektedir. Önce ailesine karşı yalan söyleyen insan, sonrasında diğer konularda da, hem ailesine hem de çevresine yalan söylemeye başlamaktadır. Kime hangi yalanı uydurduğunu bilemediğinde, bunalıma girmektedir. Bunalıma girdikçe de, aklını hinlik yönünde kullanmaya başlamaktadır. Bir defa hinlik düşünmeye başlayınca, devamı gelmektedir. Başkası hakkında hinlik düşünen bir kişi, karşısındakinin de kendisi için hinlik yapacağını var saymaktadır. Böylece iç sıkıntısı giderek düzelemeyecek bir duruma dönüşmektedir.

Toplumsal olayları yakından inceleyecek olursak, bir insanın yalan söylemesinin en önemli sebebinin, menfaatinin peşinde koşması olduğunu görürüz. Zina yapan insanlar, kendilerini yalan söylemeye iten en önemli menfaat duygusunun, gizli zina sırasında aldıkları farklı bir tür zevk olduğunu ifade etmekteler.

Diğer yandan, bir iş ortaklığında, ortaklardan birisinin, kendi menfaatlerini artırmak için yalan söylediğine sıkça rastlanır. Ama bu yalanın ortaya çıkması durumunda, ortaklığın bozulmasına daha az rastlanır. Hâlbuki eşlerden birinin zina yaptığının ortaya çıkması durumunda, ailelerin parçalanması ve eşlerin ayrılması olayıyla çok daha fazla karşılaşılır.

Bir iş ortaklığında, yalan söyleyen bir ortağın yalanının ortaya çıkması halinde, ortaklardan birisinin diğerini öldürmek istemesine çok seyrek rastlanır. Ama zina yapan bir eşin yalanının ortaya çıkması halinde, diğerinin, eşini öldürmek istemesi çok daha fazla görülen bir olaydır. Bilhassa zina yapan kişi kadın ise, dünyanın büyük bölümünde, erkek olan eşler, zina yapan kadınına her türlü zulmü yapmayı ve onu öldürmeyi hak görür. Kadınların birçoğu da benzer şeyleri düşünürler, ama güçleri yetmediği için gerçekleştirme ihtimalleri daha az olmaktadır.

Bazı durumlarda, zina yapan bir anne, çocuğunu bile gözden çıkarabilmektedir. Eğer çocuğu, annesini zina yaparken gördüyse, onu öldürmeye bile teşebbüs edebilmektedir. Takdir edileceği gibi, bir babanın çocuğunu cezalandırması, hattâ öldürmeye kalkışması ihtimali, anneye göre daha fazladır. Hâlbuki bir annenin, çocuğunu öldürmesi düşünülemez. Demek ki, zina yapan bir anne, çocuğunu öldürmek isteyecek bir hale gelebiliyorsa, zinanın, insanın ruhunu öldürmeye başladığını söylememiz yanlış olmaz.

İnsanlık, her dönemde, huzuru bulmak için uğraşmıştır. Ancak -en azından belgelenmiş, bilinen tarihte- henüz huzuru bulmuş değildir. Huzurun bozulmasının sebeplerini incelediğimizde, karşımıza şehvet duygularını tatmin hırsı çıkmaktadır. Toplumdaki huzursuzlukların oluşmasının temelinde, şehvet arzusunun helal olmayan yollardan tatmin edilmesi yatmaktadır. Birisine karşı şehvet arzusuyla yanıp tutuşan bir insanın, gözü hiçbir şeyi görmemektedir. Hattâ maddi kazanç sağlayan diğer menfaat kapılarını bile görmediği zamanlar çok olmaktadır. Bu kişinin mevkii ve maddi gücü ne olursa olsun sonuç değişmemektedir. Maalesef, günümüzde durum, şehevi ilişkiler açısından daha kötüye gitme eğilimindedir.

Gizli veya açık olarak zina yapıp, şehvet arzumuzu yasak yollardan gidermeye çalıştıkça, huzuru yakalama ihtimalimiz zayıflamaktadır. Şehvet düşkünlüğümüz sadece aileleri parçalamamakta, dostlukları da azaltmaktadır. Zina yaptığını anladığı eşinden ayrılamayan insanlar (bilhassa bayanlar), kinlerini içlerinde biriktirmektedirler. Bu kinin ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olmamaktadır.

Diğer taraftan arkadaşlar arasındaki bozuşmaların da çoğu, gizli zina sevdasından kaynaklanmaktadır. Arkadaş gurubu içerisinde, birbirlerinin sevgilileri veya eşleriyle gizlice ilişki kurmaya çalışılması, insanlar arasındaki güveni iyice zayıflatmaktadır. Zayıflayan güven, gerek aile içi, gerekse arkadaşlar arasındaki ilişkileri, tiyatro sahnesinin oyununa çevirmektedir. Birbirlerine sürekli yalan söylemektedirler. Kendisi yalan söyleyen kişiler, karşı tarafın da, kendilerine yalan söylediklerini düşünmektedirler.

Zinalarını gizlemek için, aile içerisinde ve arkadaş çevresinde yalana alışan bireyler, her yerde yalana başvurmaya başlamaktadırlar. Yalan ilerledikçe, Aristo’nun şu sözü geçerli olmaktadır: “yalan bir hastalıktır, yakalanan bir daha kurtulamaz”.

Yukarıda bahsettiğimiz şehvetle ilgili hususların gerçekliğiyle bağlantılı olarak, SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) Başkanı ve ABD’nin Başkanının sözlerini aktaralım.

SSCB Başkanı Nikita Kruşçev 1962 yılındaki bir konuşmasında şöyle yakınmıştır: “Sovyetler Birliğinin geleceği tehlike arzetmektedir. Zira gençler; gevşemiş, çözülmüş ve şehevi isteklerinin içerisinde boğulmuşlardır.”

Aynı tarihlerde benzer bir sözü, ABD Başkanı John F. Kennedy şöyle itiraf etmiştir: “Amerika’nın geleceği, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü Amerikan gençliği, omuzlarındaki sorumluluğu idrak edememektedir. Asker olması gereken 7 gençten 6 sının elverişli olmadığı gözlemlenmiştir. Zira içinde boğuldukları şehevi istekleri, onların ruhi ve bedeni liyakatlerini tahrip etmiştir.”

O dönemdeki iki büyük devletin yöneticilerinin ikisi de, gerçekleri ifade ediyorlardı. Sovyetlerin sonunda dağılması, ama ABD’nin aynı konumda devam etmesi bizi yanıltmamalıdır. ABD yöneticileri, kendi insanının bu durumunu iyi kavradıklarından, dışarıdan, “ruhi ve bedeni liyakatleri tahrip olmamış, şehevi isteklerin içerisinde boğulmamış” çok fazla sayıda insanları ülkelerine getirdiler. Böylece açığı kapatarak ayakta kaldılar. Fakat Sovyetler Birliği dışarıdan kimseyi getiremedi. ABD’ye göre yeraltı zenginliği fazla olmasına rağmen, havlu attı. ABD’nin yaptığı bu uygulamayı, Batı Avrupa ülkeleri de yapmaya çalışmaktadırlar. Ama bu uygulamanın da bir sınırı vardır. Zengin ülkeye gelen “ruhi ve bedeni liyakatleri tahrip olmamış, şehevi isteklerin içerisinde boğulmamış” insanların çocukları veya torunları, mevcut şehevi ortama uyum sağladıklarından, kaybedilmiş nesil konumuna düşmektedirler.

Gençlerin ve ailelerin durumlarıyla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Aile Birliğini Desteklemenin Düşük Maliyeti” başlıklı makalemizde konunun önemini vurgulamaya çalışmıştık. Gelinen sonuçları da, okuyucularımızla şu şekilde paylaşmıştık:

“Dünyada 1960’lı yıllarda başlayan serbest aşk anlayışı, 1990ların sonunda sadece ABD’ye yılda 100 milyar doların üzerinde bir maliyet yüklemiştir.  Bu maliyet hesabında etki eden kalemler arasında boşanmalar, cinsel temas yoluyla bulaşan hastalıklar ve diğer etkenler bulunmaktadır.

Zengin ülkelerin çoğunda evlilik dışı doğumlardaki artış, her yıl hızlanarak %40’ları buldu

Günümüzde Asya’nın hemen her kentinde uyuşturucu büyük bir sorun haline gelmiştir. Afrika’da da benzer sıkıntı başlamıştır.”

Görüldüğü gibi, zinanın açtığı hem maddi zararlar, hem de ruhi kayıplar, giderek devletlerin taşımakta zorlanacağı boyutlara doğru ilerlemektedir.

Dünyanın hemen her yerinde, insanların arasındaki güven giderek zayıflamaktadır. Zayıflayan güven, insanlığın huzurunun altına konulmuş dinamit gibi durmaktadır. İnsanlar, huzur ve güven içerisinde bir ömür süremezse, yaşamanın ne anlamı kalır? Temeli şehevi duygular ve dolayısıyla yalanlar olan bir yaşamda, kaç kişi gerçek mutluluğu tadabilir?

YAŞAM kategorisine gönderildi | ZİNANIN ZARARLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

MEKKE’NİN FETHİ

MEKKE’NİN FETHİNİN KARARI NASIL ALINDI

 

(NOT. Bu yazı, Haziran 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden, tekrar yayınlıyoruz.)

Medine’deki Müslümanlarla Mekke’deki Kureyşliler arasında yapılan Hudeybiye Barışı, on yıllık bir süre içindi. Barış, sadece Medine Müslüman Cemaati ile Kureyşlileri ilgilendirmiyordu. İki tarafın bütün müttefiklerini de kapsıyordu. Çünkü Arabistan’da o dönemde kabileler arasındaki ittifaklarda zaten böyle bir anlayış vardı.

Barışın üzerinden daha üç yıl geçmemişti. Bir gün Kureyşlilerin müttefiki olan Bekr kabilesi, Müslümanların müttefiki olan Huzaa kabilesinden Kaboğullarına saldırdı. Bu saldırı biraz haince idi. Saldırı sonucunda Kaboğlullarından bir kişi ölmüştü.

Kaboğulları bu durumu, Hz. Muhammed’e (s.a.v) haber verdiler. Hz. Peygamber, zaten Kureyşlilerin anlaşma şartlarını delmeye çalışan tavırlarından memnun değildi. Çünkü Kureyşliler, diğer kabileleri Müslümanlara karşı kışkırtıyorlardı. Önceleri bu ihaneti el altından yaparlarken şimdi açıktan yapmaya başlamışlardı. Uyarılara aldırmıyorlardı.

Hz. Muhammed (s.a.v.) bu saldırının cezasız kalmaması gerektiğine karar verdi. Müttefiklerine de olsa, yapılan bu saldırıyı, kendilerine yapılmakla bir tuttu. Huzaa kabilesine yardım edilmesi gerektiğini düşündü.

Kureyşlilerin önde gelen liderlerinden Ebu Süfyan, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bu konuyu bizzat görüşebilmek için Medine’ye geldi. Ama kendisine hiç taviz verilmedi. Ebu Süfyan bu defa, Hz. Muhammed’in eşi olan kendi kızı Ümmü Habibe’ye gitti. Ondan yardım istedi. Olumsuz cevap alınca Hz. Ali’ye gitti. Amacı pazarlık etmekti. Ama ondan da yüz bulamadı. Eli boş geri döndü.

Hz. Muhammed hemen hareket etmedi. Bir süre gerekli hazırlıkları yaptı. Sonrasında sahabesine sefer emrini verdi. Ama sadece birkaç sahabe dışında seferin nereye olacağını kimseye söylemedi. O sahabelere de insanları yanıltmak için çeşitli söylentiler çıkarmalarını tembihledi. Hatta ordunun Suriye tarafına veya Havazin kabilesinin üzerine gideceği söylentisini yaydırdı.

Bu sıralarda bir rüya gördü. Rüyasında bir kadının sırrına ihanet ederek, Kureyşlilere saldırı yapılacağını haber veren bir mektup götürdüğünü gördü. Hemen kadını Mekke’ye girmeden durdurttu.

Seferi Ramazan ayında başlattı. Ordu, bir süre üç tarafa da gidilebilecek bir kavşağa doğru ilerledi. Bu kavşağa gelindiğinde, oruç tutan Müslümanlardan orucu bitirmelerini istedi. Çünkü enerjiye ihtiyaçları vardı.

Ebu Süfyan yanına aldığı iki kişi ile birlikte yine geldi. Ama Hz. Muhammed’i kararından döndüremedi. Hâlbuki daha üç yıl önce Ebu Süfyan, o güne kadar görülen en büyük ordu ile Medine’yi kuşatmıştı. On bin kişilik ordusu ile Müslümanları ezeceğinden emin idi.

Fakat Allah’ın Müslümanlara yardımıyla, bugün şartlar değişmişti. Ama Kureyşlilerin çoğunluğu bunu göremiyorlardı. Ebu Süfyan değişikliği gözleriyle görünce, Müslüman oldu. Mekke’ye döndü. Ama karısı dâhil Kureyş ileri gelenleri onu, korkaklık ve delilikle suçladılar.

Bu suçlayanlar ve kendilerine çok güvenenler Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke’yi fethetmesini engelleyemediler. Hz. Peygamber hoşgörülü davrandı. Kureyşlileri affetti. Hatta ordusuna onlardan da iki bin kişilik bir kuvvet katarak Huneyn Savaşına gitti. Huneyn Savaşının ganimetlerinden, aklı başına gelen Kureyşlilere, Ensar’dan daha fazla pay verdi.

Kendisi Ensar ile birlikte Medine’ye döndü. Ensar için Hz. Peygamberin sevgisi önemliydi. Dağıttığı ganimetler ise, bazı kalplerin halen dünya malına meyilli olduğunu gösteriyordu. Nitekim Ensar, bu paylaşımdan dolayı başlangıçta itiraz ettiler, ama sonrasında, Hz. Peygamberin kendileriyle birlikte Medine’ye dönüp onları tercih ettiğini görünce, özür dileyerek ve ağlayarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.) kucakladılar. Böylece karşılıklı kucaklaşmış oldular.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEKKE’NİN FETHİ için yorumlar kapalı

HZ. İSA’NIN TANRILIĞI ÜZERİNE

HZ. İSA’NIN TANRILIĞI ÜZERİNE

 

Hz. İsa’nın, Oğul Tanrı olduğunu iddia edenleri karşılıklı oturuyormuşuz gibi düşüneceğiz. Bu sebeple, “sizce” diye başlayan aşağıdaki sorulara cevap vermelerini isteyeceğiz. Makalemizin sonunda, kendi fikrimizi beyan edeceğiz.

Hz. İsa’nın, Tanrılığıyla ilgili tartışmaya başlayabilmek için, önce Tanrı kavramı konusunda fikir birliğine varabilmemiz gerekir.

Sizce, Tanrı, zaman ve mekânla kısıtlı mıdır?

Cevabınız, “kısıtlıdır” ise, böyle bir varlığa neden Tanrı demeliyiz?

Cevabınız, “kısıtlı değil” ise, Tanrı, bir vücut bularak dünyaya inip, yarattığı kulları gibi yaşayarak, Kendisini, zaman ve mekânla kısıtlamış olmuyor mu?

Sizce, Tanrı, akılla kavranabilir mi?

Cevabınız, “kavranamaz” ise; İsa, aramızda yaşayarak, kendisini neden akılla kavranabilir yapmıştır?

Eğer, İsa’nın gösterdiği mucizeler vardır ve bunlar akılla kavranamaz, dolayısıyla, İsa, Tanrıdır diyorsanız, Hz. Musa’nın, asasını denize vurup denizi yarmasını, sonrasında denizi geri birleştirmesini akılla açıklayabilir misiniz? Yine Musa’nın, asasını yere atınca, asasının yılan haline gelip sihirbazların yaptıklarını yutmasını, akılla nasıl açıklayacaksınız?

Eğer, İsa’nın gösterdiği mucizeler vardır derseniz, Hz. İbrahim’in, mancınıkla atıldığı devasa ateşten kurtulmasını akılla açıklayabilir misiniz?

Eğer, İsa’nın gösterdiği mucizeler vardır derseniz, Hz. Süleyman’ın, kuşlarla, hayvanlarla konuşmasını akılla açıklayabilir misiniz?

Eğer, İbrahim’in, Musa’nın ve Süleyman’ın gösterdiği mucizeleri akılla açıklayabilirseniz, İsa’nın yaptıklarını da akılla açıklamanız gerekmez mi?

Eğer, İbrahim’in, Musa’nın ve Süleyman’ın mucizelerini akılla açıklayamazsanız, bu durumda, İbrahim de, Musa da, Süleyman da, Tanrı veya “Oğul Tanrı” ya da “Kardeş Tanrı” olmuş olmuyorlar mı?

Sizce, evreni ve evrenin içerisindekileri kim yaratmıştır?

Eğer, bütün bunları yaratanın, Baba Tanrı olduğu cevabını verirseniz, Oğul Tanrı, konu mankeni durumuna düşmüyor mu?

Eğer, bütün bunları yaratan, Oğul Tanrı cevabını verirseniz, bu defa konu mankeni konumuna Baba Tanrı düşmüyor mu?

Eğer, bütün bunları, Baba Tanrı ve Oğul Tanrı birlikte yarattılar ise, hangisi hangi kısmını veya neleri yaratmıştır?

Evreni birisi, canlıları birisi mi yaratmıştır?

Cenneti, birisi, Cehennemi diğeri mi yaratmıştır? Yahut da her ikisi de ayrı ayrı yarattıklarından, iki ayrı cennet ve iki ayrı cehennem mi vardır?

Yoksa her şeyi tamamen birlikte mi yaratmışlardır?

Eğer birlikte yaratmışlarsa, ilk fikirler kimden çıkmıştır?

Eğer birlikte yaratmışlarsa, hiç birbirleriyle çelişmemişler midir?

Baba-Oğulun birbirine kızarak, birinin yarattığına rakip olacak başka yaratıklar yaratmaya kalkışmaları olağan değil midir?

Eğer, birbirine rakip oldularsa, sonunda gücü ele geçiren Baba Tanrı, Oğul Tanrı’yı dünyaya cezalandırmak için mi göndermiştir?

Sizce, Baba Tanrı ve Oğul Tanrı, ezelden beri mi birliktedirler?

Eğer, cevabınız “evet” ise, neden birisi Baba, diğeri Oğul olmuştur?

Eğer, cevabınız “evet” ise, Baba ve Oğul, nasıl aynı anda birlikte oluşmuşlardır?

Eğer, aynı anda birlikte olmamışlarsa, Baba Tanrı önce var idi ve Oğul Tanrı’yı yarattı ise, Baba Tanrı’nın eşi kimdir?

Eğer cevabınız, “eşi yok” ise, Oğul Tanrı hangi maddeden ve nasıl yaratılmıştır?

Eğer, cevabınız, “eşi var” ise, eşi kimdir?

Eğer, cevabınız, “eşi, Meryem’dir” ise, bir Yüce Yaradan, vücut bulmak için, kullarından birini neden aracı etsin ve eşinin de Tanrı olarak düşünülmesine vesile olsun? Böylece, Kendisine rakip yeni bir Tanrı kavramının oluşmasına sebep olsun?

Eğer, cevabınız, “eşi Meryem’dir” ise, Tanrı olarak gördüğünüz Meryem’i, tanımadığı bir insanla birlikte olup, çocuk doğuran hafif meşrep bir kadın durumuna düşürmüş olmuyor musunuz?

Sizce, Tanrı; doğan, yiyip içen, yorulan, uyuyan ve ölen bir varlık mıdır?

Eğer, cevabınız, “hayır” ise, insan olarak yaşayan İsa’nın, Tanrı olduğunu söylemek mümkün müdür?

Eğer, cevabınız “evet” ise, yiyip içip, uyuyan bir canlıya Tanrı diyebilmek için, nasıl bir akla sahip olmak gerekiyor?

Sizce İsa, çarmıha gerildiğinde, Baba Tanrı, Oğul Tanrı’yı öldürdü mü?

Eğer, cevabınız “evet” ise, kendisini bile öldürmekten aciz bir varlığa, Oğul Tanrı da olsa, Tanrı denilebilir mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, İsa, halen aramızda dolaşıyor anlamı çıkmaz mı?

Eğer, İsa, halen aramızda dolaşıyor ise, bir vücutta mı yaşıyordur? Yaşıyorsa, kimin vücudundadır. Vücutta yaşamıyorsa, nerelerde dolaşıyordur?

Sizce İsa, çarmıha gerildikten sonra, Baba Tanrı tarafından öldürüldü ve kısa bir süre sonra, yine Baba Tanrı tarafından yeniden diriltildi mi?

Eğer, cevabınız “evet” ise, kendisini diriltemeyecek kadar aciz bir varlık, dünyada yaşarken ölüleri kendisi diriltmiş, çamurdan yaptığı kuş heykellerine, kendisi can vermiş olabilir mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, İsa’nın gösterdiği bütün bu mucizeleri, Baba Tanrının yaptığı anlamı çıkmaz mı?

Eğer, bütün bu mucizeleri Baba Tanrı yaptıysa, İsa’nın, Tanrı olduğuna inanılması mümkün mü?

Sizce, İsa, çarmıha gerilmeyi ve acı çekmeyi kabul etmekle, bütün insanların günahlarının yükünü üstlenerek kendisini feda mı etmiştir?

Eğer, cevabının “evet” ise, sıradan bir insan, oğlu gözünün önünde acı çekerken bütün gücünü oğlunun iyiliği için kullanırken, Baba Tanrı, oğlunun acı çekmesini izleyerek, sonunda oğluna saldıranları değil de, oğlunu öldürmesi, Tanrı’nın çok merhametsiz olduğunu göstermiyor mu? Bütün insanların günahlarını yüklenerek acı çeken bir Tanrı, böylesine merhametsiz olabilir mi?

Eğer, cevabınız “evet” ise, bir Tanrı’nın kendisini feda etmesi ne anlama gelmektedir? Tanrılığı bıraktığı anlamında mıdır? Yoksa ölüp bir daha dirilmeyeceği anlamında mıdır?

Eğer, çarmıh sorusuna cevabınız “evet” ise, İsa’dan önce ve İsa’dan sonra yaşamış bütün insanlar günahsız hale mi gelmişlerdir?

Sizce, bütün insanlar günahsız değil, sadece Hıristiyanlar mı günahsızdır?

Eğer, cevabınız “evet” ise, İsa, neden Hıristiyanları kurtarmak için dünyaya geri dönecektir diyorsunuz? Günahsız olanların kurtarılmaya ihtiyacı olur mu?

Eğer İsa, çarmıha gerilirken, insanların günahını yüklenmedi ve kendisini feda etmedi ise, böyle bir varlığın, çarmıha gerilmiş sıradan bir insandan farkı var mıdır?

Sizce Oğul Tanrı İsa’nın soy kütüğü var mıdır?

Eğer, cevabınız “vardır” ise, İsa’nın soy kütüğünde bahsedilen bütün isimlerin de Tanrı olmaları gerekmez mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, Matta ve Luka İncillerindeki soy kütüğü sıralamalarına inanmadığınız anlamı çıkmaz mı?

Eğer, Matta ve Luka İncillerinde yazılan soy kütüklerine inanmıyorsanız, İncillerdeki diğer bahsedilenlerin de, sorgusuz sualsiz kabul edilmeyip, sorgulanması gereği ortaya çıkmıyor mu?

Sizce, Matta ve Luka İncillerinde verilen soy kütüğü, İsa’nın babası denilen Yusuf ile mi başlıyor?

Eğer, cevabınız “evet” ise, burada bir çelişki yok mu?

İsa, hem Yusuf adlı bir insanın oğlu, hem de aynı anda, Tanrı’nın oğlu olabilir mi?

Eğer, cevabınız “hayır” ise, bu soy kütükleri kiminle başlamalıdır? Meryem ile mi, yoksa Baba Tanrı ile mi başlamalıdır?

Sizce, Luka İncilinde yazıldığı gibi, Hz. Âdem’den, Hz. İsa’ya kadar, en fazla 77 nesil mi geçmiştir?

Eğer, cevabınız “evet” ise, başka bir sorumuz yok.

Eğer cevabınız “hayır” ise, yine başka bir sorumuz yok.

Şimdi, Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın durumu hakkındaki düşüncelerimizi paylaşalım. Bu konuşa gerçekçi bir fikir yürütebilmek için, Yüce Yaradan’ın korunmuş tek kutsal kitabı olan Kur’an’dan faydalanacağız. Ancak, Kur’an’da bu iki çok değerli insan ile ilgili ayet sayısı çok fazla olduğundan, ayetleri vermeyeceğiz. Okuduğumuz ayetlerin sonucunda edindiğimiz fikrimizi paylaşacağız.

Hz. İsa, Hz. Meryem’in oğludur. Meryem, ırzını korumak ve temiz kalmak için üstün gayret gösterdiğinden, Yüce Yaradan’ın, seçerek rahmetiyle muamele ettiği ve ona evlat müjdeleyerek vahiy gönderdiği bir kuludur.

Hz. İsa, Yüce Yaradan’ın, Meryem’e attığı kelimesidir. Yani, sözüdür. Hz. İsa, tek olan Tanrı’nın gösterdiği mucizelerin aracılarından birisidir. Tanrı’mızın bir kulu ve peygamberidir.

İsrailoğullarının ve insanların arasında yoldan çıkmaların artması üzerine, gönderdiği Zekeriya Peygamberin etkili olamamasından dolayı, Yüce Yaradan, Yahudileri ve insanları kendilerine getirip doğru yola sevk etmek amacıyla, mucizelerle donattığı İsa kulunu yollamıştır.

Hz. İsa’nın oluşumu, bütün kâinatın, kâinattaki bütün canlıların, yani, bitkilerin, hayvanların, âdemoğullarının ve Hz. Âdem’in oluşumuyla aynıdır. Yüce Yaradan’ın “ol” demesiyle sıfırdan oluşmuşlardır.

Hz. İsa’nın böyle bir yöntemle oluşturulması; Yüce Yaradan’ın, Kendi varlığını, Tanrı’yı unutan ve kendilerini Tanrı gibi gören insanların gözlerine sokması içindir. Geçmişte aynı uygulamaları Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Süleyman aracılığıyla göstermiş olmasına rağmen, unutanlara hatırlatma yapılmıştır.

Bu yazıyı yayınlarken umudumuz, bazı insanların, Hz. Meryem’e, Hz. İsa’ya ve en çok da Yüce Yaradan’a attıkları iftiralardan dolayı, ayna karşısında kendi gözlerinin içine bakarak özür dilemeleri ve bundan sonrasında Tanrı’mızın gösterdiği yolda yürümeye gayret ederek, affedilmelerini sağlamaya çalışmalarıdır.

Tanrı tarafından akıl verilmiş her kul, seçimlerinin sonucundan kendisi sorumludur.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HZ. İSA’NIN TANRILIĞI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 3

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 3

 

Nasreddin Hoca’nın Türk Dünyasının hemen her bölgesinde tanındığını gösteren bir hikâye şöyledir.

 HİKÂYE: EŞEĞE OKUMASINI ÖĞRETME

Bu hikâyenin Türkiye’de anlatılış şekli aşağıdadır:

Hoca, Emir Timur’u ziyaret ettiği günlerden birinde, konu eşekten açılınca, eşeğini biraz fazla övmüş.

Timur:

-Atıyorsun Hoca demiş.

Hoca, ne yapsın bir kere söylemiş bulunmuş, sözlerinde ısrar ederek:

-İstesem ona okumasını bile öğretirim deyivermiş.

Emir Timur da hemen

-Sana tam üç ay müsaade, öğret de görelim demiş.

Hoca bakmış ki durum ciddi, başlamış eşeğe eğitim vermeye. Önüne büyük bir kitap koymuş. Kitabın sayfalarının içerisine az az yem koymuş. Eşeğe, yemi yiyince diliyle sayfayı çevirmesini öğretmiş. Eşek sayfayı çevirdikçe açılan sayfadaki yemi yiyor, sonra yeniden yem bulabilmek için diliyle sayfayı çeviriyormuş.

Üç ayın dolmasına üç gün kala Hoca, eşeğe yem vermeyi kesmiş. Üç ay dolunca Hoca’yı ve eşeğini Timur’un huzuruna götürmüşler. Eşeğin önüne bir kitap konulmuş. Eşek, yem bulabilmek umuduyla sayfaları diliyle çevirmeye başlamış. Kitabın sayfaları bitince, kafasını kaldırmış ve Hoca’ya doğru bakarak anırmaya başlamış.

-Timur, Ee, hani diye sormuş.

Hoca:

– Eşeğin okuması bu kadar olur demiş.

Yorum kısmına geçmeden önce, konuyla ilgili olduğu için aktarmak istediğim bir hatıram var. 1992 yılının Şubat ayında bir gurup arkadaşla birlikte yeni kurulan Türk Devletlerini ziyarete gitmiştik. Özbekistan’ın Semerkant şehrinde iki katlı bir otelde kalmıştık. Sabah otelin bahçesine çıktığımda bir de ne göreyim. Bahçenin bir tarafında bir havuz var, havuzun kenarında da, Nasreddin Efendi’nin eşeğe okumasını öğretmesinin temsili olarak, kendisinin ve eşeğinin heykeli ile ikisinin önünde de bir kitap heykeli duruyor.

Semerkant, Emir Timur’un ikinci başkentiydi (birincisi, bugün Afganistan sınırında kalan Herat şehridir.) Nasreddin Hoca ile ilgili yazılarımın ilkinde bahsettiğim gibi, Timur, Anadolu’ya 1402 yılında geldiğinde, Hoca çoktan vefat etmişti (vefatı, 1284).

Bir tarafta Türkiye’de anlatılan Emir Timur ile Nasreddin Hoca hikâyesi, diğer yanda, Emir Timur’un başkentinde Nasreddin Efendi olarak bilinen bu üstadın bu hikâyesinin ölümsüzleştirilmiş anıtı.

Bu hikâyenin ilk oluştuğu yer Semerkant bile olsa, eğer Nasreddin Hoca aynı kişi ise sonuç değişmiyor. Hoca’nın yaşadığı yıllar 1208-1284, Timur’un doğum tarihi 1336. Bu durumda akla iki ihtimal geliyor. Ya Nasreddin Hoca diye bilinen üstat, tek insan değil, birden fazla kişi. Yahut da Hoca aynı şahıs, ama hem hikâyeleri dilden dile yayılmış, hem de dikkat çekmesi için, başka konular Hocaya atıfta bulunarak anlatılmış.

İkinci ihtimal daha kuvvetli görünüyor. Çünkü 1555 yılında Osmanlı Türk Devleti ile Safevi Türk Devleti arasında yapılan anlaşmaya kadar, Orta Asya’daki Türk bölgelerinden Anadolu’ya göçler devam etmiştir. Dolayısıyla geniş coğrafyaya yayılmış Türkler arasında sözlü kültür aktarımı sürmüştür. Ayrıca Osmanlı Devleti, Safevi Devletine karşı destek vermek için Özbek sultanlarına yardımcı olmayı sürdürmüştür.

Diğer yandan, Kazakistan’da “Kocanasır” olarak bilinen Hoca’, Gagavuz Türklerinde de Nastradin olarak bilinir. Biz de bu makalemizde Gagavuz Türklerinde anlatılan bir hikâyeyi yorumlamaya çalışacağız.

Bu bilgileri kısaca paylaştıktan sonra, şimdi yukarıda aktardığımız eşek hikâyesiyle ilgili yorumumuza dönelim.

YORUM:

Hocanın bu hikâyesinde yine birkaç mesaj bir arada verilmiş.

Sohbetlerde konuşurken, gerçeklerden uzaklaşmamamızı ve ölçüyü kaçırmamamızı tavsiye diyor.

Eğer, karşı taraf bizden makamca veya maddi olarak güçlü ise, sözümüzü ispatlamasını isteme erkine sahiptir demektir. Bu durumda, kendi kazdığımız kuyuya kendimiz düşebiliriz.

Eğer, karşı taraf fikirleri sorgulayan ve konuşmalarımızdaki çelişkileri görebilen kişi veya kişiler ise, bizi kendi sözlerimizle vururlar. Dolayısıyla yine kendi kazdığımız kuyuya düşebiliriz.

Sohbetlerde konuşurken ölçüyü kaçırarak, gerçeklerle bağdaşmayacak şeyler söylememiz, karşımızdakileri cahil olarak görmemize sebep olur. Ama sonradan dönüp, sakin kafayla kendi durumumuzu irdelediğimizde, asıl cahilin kendimiz olduğu fikrine gelerek, kendi kazdığımız kuyuya düşebiliriz.

Diğer taraftan, eşeğin kitabın sayfalarını diliyle çevirmesini, bir kitaba sadece göz gezdirerek okuyan bir insanın durumuna benzetebiliriz. Hoca, bir kitabı okumakla göz gezdirmek arasındaki farkı bizlere göstermek istiyor.

Bir kitabı sadece göz gezdirerek okuyan insan, ya okuduğunu farklı anladığı için, çevresine kendi anladığını aktarır ve çevresindeki insanların yanlış bilgi edinmesine sebep olur.

Veya kendisi doğru dürüst bir şey anlamadığı için, kitabı kötüler. Eşeğin anırması, bir şey anlamadığı kitabı kötülemekle benzer anlama gelir. Belki eşeğinki gibi sesi çok çıktığından, haklıymış gibi görülebilir. Hâlbuki sakin bir şekilde anlatmaya çalıştığında, kendi eksiklerini kendisi görerek, okuduğunu anlamayanın kendisi olduğunu fark etmesi ihtimali kuvvetlidir.

Hikâyeden alınabilecek bir diğer mesaj, öğrenmeye yatkınlığı ve isteği olmayana, ortam ne kadar cazip hale getirilirse getirilsin, öğretmenin çok zor olduğudur. Hepimiz yaşayarak gömüşüzdür ki, talep ve istek olmadan biz ne kadar anlatırsak anlatalım, sözlerimiz karşımızdakinin bir kulağından girip diğerinden çıkabilmektedir.

Şimdi Gagavuz Türklerinden bir fıkrayı ele alalım. Bilindiği gibi, Gagavuz Türkleri Hıristiyan’dır. Eski dönemlerde, hocalar da, papazlar da köylünün, kasabalının yardımlarıyla geçinirlerdi. Maaş almazlardı. Aktaracağımız hikâyede Papaz, köylüden toplayacağı yiyecek hakkını, Hocaya devrediyor. Aşağıdaki hikâyede bahsettiğimiz Nasreddin Hoca, bu bölgede Nastradin olarak bilinir. Biz hikâyede Hoca olarak bahsedeceğiz.

HİKÂYE: GÖSTEREYİM NASIL YEDİM

Papaz, bazı uzak evleri dolaşıp peksimet (kovrik) toplamaya üşenmiş. Hoca’ya eğer toplarsa yarısını ona vereceğini vaat etmiş.

Hoca evleri gezmiş. Tam 16 peksimet toplamış.

_Hm, düşünmüş Hoca, bu peksimetlerin yarısı benim. Payını ayırmış, sekizini yemiş.

Sonra kendi kendine düşünmeye devam etmiş: Ama bunlardan da yarısını Papaz nasılsa bana verecek demiş, hesaplamış dört eder. Dördünü daha yemiş. Kalmış dört peksimet.

Dördün de yarısı, Hoca’nın hesabına göre ona düşermiş.

O dörtten de ikisini daha yemiş. Kalmış iki peksimet. Papazın evinin önüne geldiğinde, elindekilere bakmış, Bunun yarısı benim zaten demiş. Kalan iki peksimetten birisini daha yemiş. Papazın avlusuna elinde bir peksimetle girmiş.

_ Kaç peksimet topladın, o saat sormuş Papaz.

_ On altı, hızla cevap vermiş Nasreddin.

_ Ne yaptın onları?

_ Payımı yedim, demiş Hoca

_ Ee, onların hepsi sana düşmezdi, nasıl yedin onları? diye sormuş öfkeli Papaz

_ Olur, göstereyim demiş Hoca ve yemiş kalan bir peksimeti de.

YORUM:

Hoca burada birkaç mesaj birden vermiş.

Birincisi; insan nefsine yenilip yorum yapmaya başladı mı sınırını tutturamaz. Nalıncı keseri gibi, hep kendine doğru yontar. Hoca da, elindeki peksimetlerin yarısını yedikten sonra tekrar düşünmeye başladığında, elindeki mevcuda göre değerlendirirken yediklerini hesaba katmıyor. Böylece, kendi menfaatini her daim ön planda tutarken, değişen şartları da kendine göre yorumlayabileceğini göstermektedir.

Papazın öfke ile sorması üzerine son peksimeti de yiyerek ikinci mesajı veriyor. Diyor ki; “Yanlış soru soran yanlış cevap alır.” Bu hata çoğumuzun düştüğü bir yanlıştır. Eşimizle, çocuklarımızla, astlarımızla, üstlerimizle konuşurken soracağımız sorulara dikkat etmezsek, Papazın durumuna düşmemiz ihtimali her zaman vardır.

Üçüncü bir mesaj da, bir insanın kendisinin yapabileceği bir işi, üşenerek veya başka basit bir sebeple başkasına havale etmesinin, beklenen sonucu vermeyeceği gerçeğini göstermektir. Bu ortamı tanımlayan bir özdeyiş şöyle: “Kurda sormuşlar, ensen niye kalın? Kendi işimi kendim görürüm de ondan demiş.”

Sosyal kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 3 için yorumlar kapalı

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 2

 

Yazımızın birinci bölümünde doğrudan mucize (Kur’an’da geçen kelime, ayet) konusunu irdelemeye çalıştık. Bu kısımda keramet hususunu inceleyeceğiz.

Keramet gösterdiklerini iddia ederek insanları kandıranlar, Kur’an’da mucize (ayet) kelimesinin geçtiği ayetleri kullanmakta zorlandıkları için, başka ayetleri kendilerince yorumlamaya çalışıyorlar.

Bu konuda en çok kullandıkları, Hz. Süleyman ile Saba Melikesinin kıssasının olaylarının bir kısmını anlatan Neml Suresinin 39 ve 40ıncı ayetleridir.

Neml 27/39: Cinlerden bir ifrit, ”Sen yerinden kalkmadan ben onu (Saba Melikesinin tahtını) sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi.

40: Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”

İnsanları dini konularda kandırarak menfaatlerini sürdürmek isteyenler, 40ıncı ayette bahsedilen, kitaptan bilgisi olan birinin, Melikenin tahtını göz açıp kapayana kadar getirmesini örnek gösteriyorlar. Olayı anlatan ayette mucize kavramı geçmediği için, tahtı getirmeyi keramet olarak niteliyorlar. Böylece, peygamberlerin dışındaki insanların da keramet sahibi olabileceğini vurguluyorlar. Kendilerinde de, rüyalarında gösterilen böyle kerametleri olduğunu söylüyorlar. Veya odada müritleriyle otururken, kapıya doğru bakarak aniden ayağa kalkıyor. Birisiyle konuşuyormuş gibi güzel şeyler söylüyor ve saygılı davranışlar sergiliyor. Duruma şaşıran müritleri sorduğunda, “peygamber efendimiz geldi, onunla konuştum” diyerek, keramet göstermiş gibi algılanmasını sağlıyor. Ayete göre, keramet gösterebilmek için ilim verilmiş kişi olmak gerektiğinden, kendilerine de Allah tarafından ilim verildiğini iddia ediyorlar.

İnsanları kandırmak isteyenlerin sığındığı diğer bir kıssa da, Hz. Musa ile kendisine Allah tarafından ilim verilen kişi arasındaki yolculukla ilgili olarak anlatılanlardır. Kehf Suresinin 65 ile 82inci ayetleri arasında bu olaylar anlatılır. Bu ayetler uzun olduğu için burada yayınlamayacağız.

Şimdi bazı âlimlerin, şeyhlerin ve benzerlerinin, yukarıdaki ayetleri yorumlamalarını irdelemeye çalışalım.

Kur’an’da Hz. Süleyman ve Hz. Musa kıssalarında anlatılan ilim sahibi bu insanlar, doğrudan peygamberlerle muhatap oluyorlar. Tanrı’nın verdiği ilimlerini, peygamberlere destek için kullanıyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki, ilim sahibi bu kişiler Hz. Musa’dan ve Hz. Süleyman’dan daha farklı konumdalar. Hz. Musa’yı eğitiyorlar, Hz. Süleyman’a çok özel bir yardımda bulunuyorlar.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın ilim verdiği bu kişiler, peygamberlere destek verdikten sonra bir daha ortada görünmüyorlar. Bu durumda ilim verilen bu kişilerin insan olma ihtimalleri çok zayıflıyor. Eğer, insan olsalardı, peygamberlerle birlikte kalır, mücadeleyi birlikte sürdürürlerdi. Eğer insan olsalardı, benzer konuları tekrar yöntemiyle aktaran Kur’an’da, böylesine önemli işler gören ilim sahiplerinden, bir defa daha olsun bahsedilmesi beklenirdi.

Bazı âlimler, Hz. Musa kıssasında anlatılan kişinin, Hızır İlyas olduğunu iddia etmişlerdir. İnsanların zorlandıkları anlarda, kendilerine gelen yardımlarda “Hızır gibi yetişti” sözü, halk arasında âlimlerin bu iddiaları sebebiyle yerleşmiştir. Bu anlayışın yaygınlaşması, cahil insanların hem de asırlarca, “ben Hızır’ım” diyerek kendilerinden para ve yiyecek istenilerek kandırılmalarına sebep olmuştur. Hıristiyanlıktaki Noel Babanın bir başka çeşidi, Hızır Aleyhisselâm dedikleri kişi olmuştur.

Eğer, Hızır olduğu iddia edilen bu ilim verilmiş kişi insan ise, Hz. Musa döneminden beri binlerce yıldır yaşamayı nasıl başarmıştır? Yaşamı sırasında her sıkışan insana nasıl yetişmiştir? Yüce Yaradan’dan özel bir izin mi almıştır? Eğer Hızır, insan değilse, sadece Hz. Musa kıssasındaki değil, Hz. Süleyman kıssasındaki ilim verilen kişi de, insan değildiler demektir.

Hz. Süleyman kıssasındaki Kehf Suresi 39uncu ayette, cinlerden bir ifrit (ifrit tanımlamasına dikkat edelim), tahtı anında getirebileceğini söylemiştir. Ama tahtı, ifrit olan bu cinin getirmediği bir sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Kendisine Yüce Yaradan tarafından ilim verilen kişi getirmiştir. Eğer cin getirmiş olsaydı, bir sonraki ayette, ilim verilen kişinin teklifinden bahsedilmezdi ve tahtın getirildiği bu ayette anlatılmaz, cin ile ilgili ayette bahsedilirdi.

Ayrıca Sebe Suresi 34/14 te, “cinler gaybı bilir olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı” diyerek, cinlere ilim verilmediğini vurgulanmaktadır.

Şimdi düşünelim. Tahtı, cinlerden ifrit olan biri getirmiş olsaydı, kendilerinin keramet sahibi olduklarını iddia edenlerin, insanlara hükmeden “cin” olarak algılanmalarının önü açılmış olurdu. Bu durumda yeryüzü, insanların değil, cinlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olurdu. Böyle olabileceğini en iyi bilen Tanrı, cinin teklifini kabul etmemiş ve tahtı ona getirttirmemiştir. Kendisine ilim verdiği kişiye getirtmiştir.

Cinlerin, insanlara egemen olmalarını istemeyen bir Yüce Yaradan’ın, insanların bazılarının, kendilerini ilim verilmiş kişiler olduklarını iddia ederek, insanlara hükmetmelerinin önünü açacağını düşünebilenimiz var mıdır?

Cinlerden ifrit olanının teklifinin kabul edilmemesine rağmen, Kur’an’da bahsedilmesinin de sebepsiz olduğunu zannetmiyorum. Eğer böyle bir bahis olmasaydı, bizim yukarıdaki “cinlerin, insanlara egemen olmalarını isteyen Tanrı…” şeklindeki yorumumuz geçersiz olurdu. Dolayısıyla, insanları kandırmak isteyenler, keramet sahibi olduklarını ve kendilerine Allah tarafından ilim verildiğini daha rahat iddia ederlerdi. Yine “cinlerden ifrit…” ifadesi olmasaydı, cinlerin hareketlerinin hızı konusunda bilgimiz olmazdı. Bu bilgi eksikliği de, başka ayetlerden (ör: Neml 27/17, Sebe Suresi 34/12)  esinlenenlerin, kendilerinin aslında cin olduğunu yani insanlardan farklı olduğunu iddia etmelerinin önü açılırdı. Böyle iddiaların sonunda insanlar, Sebe Suresi 34/41’de bahsedildiği üzere, cinlere tapmaya başlarlardı. Ama cinlerin hızını bildiğimizden ve kendisinden bir şeyi getirmesi istenilen hiçbir insan bu hızla hareket edemeyeceğinden, karşımızdakinin cin olduğunu iddia etmesi ihtimali ortadan kalkmış oldu.

Yalnızca Bana kulluk edin diyerek sıkça öğüt veren bir Yüce Yaradan’ın, bazı kullarının, bazı insanları kendilerine kul yapmasına aracı olmayacağı kesin olduğuna göre, Hz. Süleyman’a Saba Melikesinin tahtını getiren kişinin, cin olmadığı gibi, insan da olmayacağı aşikârdır. Eğer, tahtı getiren insan olmuş olsaydı, bazı insanların, kendilerine ilim verildiğini iddia etmeleri, çok daha kolaylaşırdı.

Son peygamberi olan ve aynen korunmuş tek kutsal kitabını verdiği Hz. Muhammed’e, görsel mucize vermeyen Yüce Yaradan’ın, başka kullarına mucize niteliğinde keramet sahipliği (aracılık) vereceğini düşünmek, Allah’ın aklıyla alay etmek değil de nedir?

Ayrıca, Makalemizin yayınlanan birinci bölümünde, Rad Suresi 13/38 ve Mümin Suresi 40/78 de, peygamberlerden başkasının mucizelere aracı edilmeyeceği anlamında ifadeler olduğunu gördük. Bu durumda en son peygamberine vermediği mucize niteliğinde olan kerametin, peygamber olmayan bir insana verilmesinin inandırıcılığı olabilir mi?

Bazı âlimler, Zülkarneyn’i, ilim verilen kişi olarak görmüşlerdir. Kehf Suresi 18/83-100 arasında anlatılan kıssalara bakılınca, ona ilim verilmediği anlaşılmaktadır. Ayetlere göre, ona verilen başkadır.

Kehf Suresi 18/84: “Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir sebebini verdik.”

Ayette de görüldüğü üzere Zulkarneyn’e verilenin, Hz. Musa kıssasında bahsedilen ve sıradan bir şahsın bilemeyeceği olayların bilgisine sahip olmak şeklindeki bir ilim olmadığı açıktır. Ayrıca, ona verilen, Hz. Süleyman kıssasındaki gibi, tahtı getirecek doğaüstü güç de değildir. Ona verilen şey, insanlara yardımcı olacak şekilde iktidar sahibi olmak için çabalarken, sarılabileceği sebeplerdir.

Zulkarneyn kıssasında anlatılan olayların, birebir değil, mecazi anlamda irdelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Sebepler konusu da, yaşanan olayların temel nedenlerine inip yorumlayarak dersler çıkarıp, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yola uygun çözümler üretmek olarak değerlendirilebilir. Zulkarneyn, geçmiş tecrübelerinin ve bilgisinin ışığında, cesaretle ve iyi niyetle uğraşıp fikir üretimi yapmaya gayret edince, Yüce Yaradan’ın, onun zihnini açtığı ve kendisine yardımcı olduğu, ayette de ifade edildiği üzere, aşikârdır.

Zulkarneyn’i, Hz. Musa ve Hz. Süleyman kıssasındakilerden ayıran bir başka husus daha var. Zulkarneyn çalışmalarını ömrü boyunca sürdürürken, kendilerine ilim verilenler bir daha görünmüyorlar. Dolayısıyla, ilim verilenlerin insan veya cin olmadıkları, ama Zulkarneyn’in insan olduğu açıktır.

Gerek Zulkarneyn, gerekse diğer bahsedilen ilim verilmiş kişiler ve mağaradaki gençler konusundaki bilgimiz, Kur’an’da anlatıldığı kadardır. Biz de, bu konulardaki yorumlarımızı, Kur’an’da anlatılan ayetlerin ışığında yapmaya çalışıyoruz.

Kur’an ayetlerinin tamamını okuduğumuzda, bu iki makalemizle bağlantılı olarak ulaştığımız bir başka sonuç daha var. Şöyle ki; Kur’an’ı okuyanlar olarak, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, kulları arasında kimseye torpil yapmayacağını biliyoruz. Bu sebeple, Huzuruna gelen kullarından hiçbirisine haklısın diyecek konuma düşmeyeceği kesindir.

Diğer yandan, biz bir iyilikle gittiğimizde, Tanrı, bize on katı iyilikle geleceğini Kur’an’ında (Enam Suresi 6/160) taahhüt etmektedir. Nitekim tek olan Tanrı’nın, hareketlerini, bizim düşünce ve davranışlarımıza göre belirlediğini, aslında, dikkatli olan her insan, kendi hayatında yaşayarak görmüştür.

Lütfen, Yüce Yaradan ile ilgili bütün bu gerçekleri dikkate alalım. Peygamberlerini, kendilerine ilim verilenleri, mağaradaki gençleri, Zulkarneyn’i, Lokman’ı, cinleri, şeytanı ve diğerlerini irdelerken, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağını, kulları arasında hiçbir şekilde torpil yapmayacağını gözümüzden kaçırmayalım. İlaveten, Tanrı’mızın, bizim davranışlarımıza göre bize karşılık verdiği gerçeğini, aklımızdan çıkarmayalım. Ayrıca Yüce Yaradan’ın bir konuda karar verirken, kulları olan bizler gibi bir veya iki açıdan bakarak karar vermeyeceği, bütün olayları ve düşünceleri bildiği için, her yönden görerek kararını oluşturacağı açıktır.

Dolayısıyla, Tanrı’mızın kararlarında bizim göremediğimiz faydalarının da olduğu kesindir. Karşılaştığımız bazı olaylarda, bizim şer olarak gördüklerimizin, işin sonunda hayır olduğunu görmemiz, yine bizim hayır olarak gördüklerimizin sonunda şer çıkması, Tanrı’mızın olayları bütün yönleriyle değerlendirmesinden dolayıdır.

Bu kadar irdelemeden sonra, yazımızın başlığına dönelim. Mucize ve kerametler, sadece Yüce Yaradan’ın katındadır. Tanrı’mız, gerek gördüğünde, doğrudan Kendisi veya peygamberleri aracılığıyla, insanlara göre mucize olan şeyleri bize gösterir. Peygamberleri dışında kimseye böyle bir aracılık verilmez. Keramet göstermeyi, Yüce Yaradan tarafından ilim verilenler yapabilir. İlim verilenler de, ayetlerden anlaşılan, “insan” olmadığı gibi, “cin” de değildir.

 

Yazımızın birinci bölümünde doğrudan mucize (Kur’an’da geçen kelime, ayet) konusunu irdelemeye çalıştık. Bu kısımda keramet hususunu inceleyeceğiz.

Keramet gösterdiklerini iddia ederek insanları kandıranlar, Kur’an’da mucize (ayet) kelimesinin geçtiği ayetleri kullanmakta zorlandıkları için, başka ayetleri kendilerince yorumlamaya çalışıyorlar.

Bu konuda en çok kullandıkları, Hz. Süleyman ile Saba Melikesinin kıssasının olaylarının bir kısmını anlatan Neml Suresinin 39 ve 40ıncı ayetleridir.

Neml 27/39: Cinlerden bir ifrit, ”Sen yerinden kalkmadan ben onu (Saba Melikesinin tahtını) sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi.

40: Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”

İnsanları dini konularda kandırarak menfaatlerini sürdürmek isteyenler, 40ıncı ayette bahsedilen, kitaptan bilgisi olan birinin, Melikenin tahtını göz açıp kapayana kadar getirmesini örnek gösteriyorlar. Olayı anlatan ayette mucize kavramı geçmediği için, tahtı getirmeyi keramet olarak niteliyorlar. Böylece, peygamberlerin dışındaki insanların da keramet sahibi olabileceğini vurguluyorlar. Kendilerinde de, rüyalarında gösterilen böyle kerametleri olduğunu söylüyorlar. Veya odada müritleriyle otururken, kapıya doğru bakarak aniden ayağa kalkıyor. Birisiyle konuşuyormuş gibi güzel şeyler söylüyor ve saygılı davranışlar sergiliyor. Duruma şaşıran müritleri sorduğunda, “peygamber efendimiz geldi, onunla konuştum” diyerek, keramet göstermiş gibi algılanmasını sağlıyor. Ayete göre, keramet gösterebilmek için ilim verilmiş kişi olmak gerektiğinden, kendilerine de Allah tarafından ilim verildiğini iddia ediyorlar.

İnsanları kandırmak isteyenlerin sığındığı diğer bir kıssa da, Hz. Musa ile kendisine Allah tarafından ilim verilen kişi arasındaki yolculukla ilgili olarak anlatılanlardır. Kehf Suresinin 65 ile 82inci ayetleri arasında bu olaylar anlatılır. Bu ayetler uzun olduğu için burada yayınlamayacağız.

Şimdi bazı âlimlerin, şeyhlerin ve benzerlerinin, yukarıdaki ayetleri yorumlamalarını irdelemeye çalışalım.

Kur’an’da Hz. Süleyman ve Hz. Musa kıssalarında anlatılan ilim sahibi bu insanlar, doğrudan peygamberlerle muhatap oluyorlar. Tanrı’nın verdiği ilimlerini, peygamberlere destek için kullanıyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki, ilim sahibi bu kişiler Hz. Musa’dan ve Hz. Süleyman’dan daha farklı konumdalar. Hz. Musa’yı eğitiyorlar, Hz. Süleyman’a çok özel bir yardımda bulunuyorlar.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın ilim verdiği bu kişiler, peygamberlere destek verdikten sonra bir daha ortada görünmüyorlar. Bu durumda ilim verilen bu kişilerin insan olma ihtimalleri çok zayıflıyor. Eğer, insan olsalardı, peygamberlerle birlikte kalır, mücadeleyi birlikte sürdürürlerdi. Eğer insan olsalardı, benzer konuları tekrar yöntemiyle aktaran Kur’an’da, böylesine önemli işler gören ilim sahiplerinden, bir defa daha olsun bahsedilmesi beklenirdi.

Bazı âlimler, Hz. Musa kıssasında anlatılan kişinin, Hızır İlyas olduğunu iddia etmişlerdir. İnsanların zorlandıkları anlarda, kendilerine gelen yardımlarda “Hızır gibi yetişti” sözü, halk arasında âlimlerin bu iddiaları sebebiyle yerleşmiştir. Bu anlayışın yaygınlaşması, cahil insanların hem de asırlarca, “ben Hızır’ım” diyerek kendilerinden para ve yiyecek istenilerek kandırılmalarına sebep olmuştur. Hıristiyanlıktaki Noel Babanın bir başka çeşidi, Hızır Aleyhisselâm dedikleri kişi olmuştur.

Eğer, Hızır olduğu iddia edilen bu ilim verilmiş kişi insan ise, Hz. Musa döneminden beri binlerce yıldır yaşamayı nasıl başarmıştır? Yaşamı sırasında her sıkışan insana nasıl yetişmiştir? Yüce Yaradan’dan özel bir izin mi almıştır? Eğer Hızır, insan değilse, sadece Hz. Musa kıssasındaki değil, Hz. Süleyman kıssasındaki ilim verilen kişi de, insan değildiler demektir.

Hz. Süleyman kıssasındaki Kehf Suresi 39uncu ayette, cinlerden bir ifrit (ifrit tanımlamasına dikkat edelim), tahtı anında getirebileceğini söylemiştir. Ama tahtı, ifrit olan bu cinin getirmediği bir sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Kendisine Yüce Yaradan tarafından ilim verilen kişi getirmiştir. Eğer cin getirmiş olsaydı, bir sonraki ayette, ilim verilen kişinin teklifinden bahsedilmezdi ve tahtın getirildiği bu ayette anlatılmaz, cin ile ilgili ayette bahsedilirdi.

Ayrıca Sebe Suresi 34/14 te, “cinler gaybı bilir olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı” diyerek, cinlere ilim verilmediğini vurgulanmaktadır.

Şimdi düşünelim. Tahtı, cinlerden ifrit olan biri getirmiş olsaydı, kendilerinin keramet sahibi olduklarını iddia edenlerin, insanlara hükmeden “cin” olarak algılanmalarının önü açılmış olurdu. Bu durumda yeryüzü, insanların değil, cinlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olurdu. Böyle olabileceğini en iyi bilen Tanrı, cinin teklifini kabul etmemiş ve tahtı ona getirttirmemiştir. Kendisine ilim verdiği kişiye getirtmiştir.

Cinlerin, insanlara egemen olmalarını istemeyen bir Yüce Yaradan’ın, insanların bazılarının, kendilerini ilim verilmiş kişiler olduklarını iddia ederek, insanlara hükmetmelerinin önünü açacağını düşünebilenimiz var mıdır?

Cinlerden ifrit olanının teklifinin kabul edilmemesine rağmen, Kur’an’da bahsedilmesinin de sebepsiz olduğunu zannetmiyorum. Eğer böyle bir bahis olmasaydı, bizim yukarıdaki “cinlerin, insanlara egemen olmalarını isteyen Tanrı…” şeklindeki yorumumuz geçersiz olurdu. Dolayısıyla, insanları kandırmak isteyenler, keramet sahibi olduklarını ve kendilerine Allah tarafından ilim verildiğini daha rahat iddia ederlerdi. Yine “cinlerden ifrit…” ifadesi olmasaydı, cinlerin hareketlerinin hızı konusunda bilgimiz olmazdı. Bu bilgi eksikliği de, başka ayetlerden (ör: Neml 27/17, Sebe Suresi 34/12)  esinlenenlerin, kendilerinin aslında cin olduğunu yani insanlardan farklı olduğunu iddia etmelerinin önü açılırdı. Böyle iddiaların sonunda insanlar, Sebe Suresi 34/41’de bahsedildiği üzere, cinlere tapmaya başlarlardı. Ama cinlerin hızını bildiğimizden ve kendisinden bir şeyi getirmesi istenilen hiçbir insan bu hızla hareket edemeyeceğinden, karşımızdakinin cin olduğunu iddia etmesi ihtimali ortadan kalkmış oldu.

Yalnızca Bana kulluk edin diyerek sıkça öğüt veren bir Yüce Yaradan’ın, bazı kullarının, bazı insanları kendilerine kul yapmasına aracı olmayacağı kesin olduğuna göre, Hz. Süleyman’a Saba Melikesinin tahtını getiren kişinin, cin olmadığı gibi, insan da olmayacağı aşikârdır. Eğer, tahtı getiren insan olmuş olsaydı, bazı insanların, kendilerine ilim verildiğini iddia etmeleri, çok daha kolaylaşırdı.

Son peygamberi olan ve aynen korunmuş tek kutsal kitabını verdiği Hz. Muhammed’e, görsel mucize vermeyen Yüce Yaradan’ın, başka kullarına mucize niteliğinde keramet sahipliği (aracılık) vereceğini düşünmek, Allah’ın aklıyla alay etmek değil de nedir?

Ayrıca, Makalemizin yayınlanan birinci bölümünde, Rad Suresi 13/38 ve Mümin Suresi 40/78 de, peygamberlerden başkasının mucizelere aracı edilmeyeceği anlamında ifadeler olduğunu gördük. Bu durumda en son peygamberine vermediği mucize niteliğinde olan kerametin, peygamber olmayan bir insana verilmesinin inandırıcılığı olabilir mi?

Bazı âlimler, Zülkarneyn’i, ilim verilen kişi olarak görmüşlerdir. Kehf Suresi 18/83-100 arasında anlatılan kıssalara bakılınca, ona ilim verilmediği anlaşılmaktadır. Ayetlere göre, ona verilen başkadır.

Kehf Suresi 18/84: “Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir sebebini verdik.”

Ayette de görüldüğü üzere Zulkarneyn’e verilenin, Hz. Musa kıssasında bahsedilen ve sıradan bir şahsın bilemeyeceği olayların bilgisine sahip olmak şeklindeki bir ilim olmadığı açıktır. Ayrıca, ona verilen, Hz. Süleyman kıssasındaki gibi, tahtı getirecek doğaüstü güç de değildir. Ona verilen şey, insanlara yardımcı olacak şekilde iktidar sahibi olmak için çabalarken, sarılabileceği sebeplerdir.

Zulkarneyn kıssasında anlatılan olayların, birebir değil, mecazi anlamda irdelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Sebepler konusu da, yaşanan olayların temel nedenlerine inip yorumlayarak dersler çıkarıp, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yola uygun çözümler üretmek olarak değerlendirilebilir. Zulkarneyn, geçmiş tecrübelerinin ve bilgisinin ışığında, cesaretle ve iyi niyetle uğraşıp fikir üretimi yapmaya gayret edince, Yüce Yaradan’ın, onun zihnini açtığı ve kendisine yardımcı olduğu, ayette de ifade edildiği üzere, aşikârdır.

Zulkarneyn’i, Hz. Musa ve Hz. Süleyman kıssasındakilerden ayıran bir başka husus daha var. Zulkarneyn çalışmalarını ömrü boyunca sürdürürken, kendilerine ilim verilenler bir daha görünmüyorlar. Dolayısıyla, ilim verilenlerin insan veya cin olmadıkları, ama Zulkarneyn’in insan olduğu açıktır.

Gerek Zulkarneyn, gerekse diğer bahsedilen ilim verilmiş kişiler ve mağaradaki gençler konusundaki bilgimiz, Kur’an’da anlatıldığı kadardır. Biz de, bu konulardaki yorumlarımızı, Kur’an’da anlatılan ayetlerin ışığında yapmaya çalışıyoruz.

Kur’an ayetlerinin tamamını okuduğumuzda, bu iki makalemizle bağlantılı olarak ulaştığımız bir başka sonuç daha var. Şöyle ki; Kur’an’ı okuyanlar olarak, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, kulları arasında kimseye torpil yapmayacağını biliyoruz. Bu sebeple, Huzuruna gelen kullarından hiçbirisine haklısın diyecek konuma düşmeyeceği kesindir.

Diğer yandan, biz bir iyilikle gittiğimizde, Tanrı, bize on katı iyilikle geleceğini Kur’an’ında (Enam Suresi 6/160) taahhüt etmektedir. Nitekim tek olan Tanrı’nın, hareketlerini, bizim düşünce ve davranışlarımıza göre belirlediğini, aslında, dikkatli olan her insan, kendi hayatında yaşayarak görmüştür.

Lütfen, Yüce Yaradan ile ilgili bütün bu gerçekleri dikkate alalım. Peygamberlerini, kendilerine ilim verilenleri, mağaradaki gençleri, Zulkarneyn’i, Lokman’ı, cinleri, şeytanı ve diğerlerini irdelerken, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağını, kulları arasında hiçbir şekilde torpil yapmayacağını gözümüzden kaçırmayalım. İlaveten, Tanrı’mızın, bizim davranışlarımıza göre bize karşılık verdiği gerçeğini, aklımızdan çıkarmayalım. Ayrıca Yüce Yaradan’ın bir konuda karar verirken, kulları olan bizler gibi bir veya iki açıdan bakarak karar vermeyeceği, bütün olayları ve düşünceleri bildiği için, her yönden görerek kararını oluşturacağı açıktır.

Dolayısıyla, Tanrı’mızın kararlarında bizim göremediğimiz faydalarının da olduğu kesindir. Karşılaştığımız bazı olaylarda, bizim şer olarak gördüklerimizin, işin sonunda hayır olduğunu görmemiz, yine bizim hayır olarak gördüklerimizin sonunda şer çıkması, Tanrı’mızın olayları bütün yönleriyle değerlendirmesinden dolayıdır.

Bu kadar irdelemeden sonra, yazımızın başlığına dönelim. Mucize ve kerametler, sadece Yüce Yaradan’ın katındadır. Tanrı’mız, gerek gördüğünde, doğrudan Kendisi veya peygamberleri aracılığıyla, insanlara göre mucize olan şeyleri bize gösterir. Peygamberleri dışında kimseye böyle bir aracılık verilmez. Keramet göstermeyi, Yüce Yaradan tarafından ilim verilenler yapabilir. İlim verilenler de, ayetlerden anlaşılan, “insan” olmadığı gibi, “cin” de değildir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU için yorumlar kapalı

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 1

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 1

 

Mucize, tabiatta görülen doğaüstü olaylar olarak nitelenebilir.

Keramet de, Allah’ın, ermiş denilen kullarına verdiği düşünülen doğaüstü güç ve kuvvet anlamındadır.

Sonuçta ikisi de benzer anlamdadır ve doğaüstü olayları kapsar.

Kur’an’da keramet kavramı geçmez. Ama mucize sözü sıkça geçer. Mucize kavramı da, kelime olarak “ayet” yani delil şeklinde geçer.

Makalemizin ilk bölümünde, ağırlıklı olarak mucize konusunu irdelemeye çalışacağız.

Kur’an’da aktarılanlara göre, insanlar, kendilerinin peygamber (elçi) olduklarını söyleyenlerden, kendilerine, Rabbinden mucize indirilmesini istemişlerdir. Kur’an’da adı geçen ve geçmeyen hemen bütün peygamberlerden aynı şeylerin talep edildiğini, Kur’an’daki kıssalardan anlıyoruz.

Kendilerinin elçi olduklarını söyleyen bütün peygamberlerden, Rablerinden mucize getirmelerinin istenmesi, mucizelerin, Yüce Yaradan’a ait olduğuna inanıldığını gösterir. Peygamberlerin gösterdiği doğaüstü olan olayların, Allah’ın, gerçekten peygamberleri olan kişilere hemen verebileceği basit bir gösteri olarak algılandığı anlaşılmaktadır.

Kur’an’ın anlatımına göre, peygamberlerden istenilen mucizelerin gerçekleşmesi, Allah’ın oluşturduğu, ama insanlara gösterirken, elçilerini vesile kıldığı doğaüstü vakalar şeklinde olmuştur. En meşhur mucizeler, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya verilenlerdir.

Hemen her peygamberden getirmeleri istenilen mucizeler, son elçi olan Hz. Muhammed’den de istenilmiştir.

Ankebut Suresi 29/50: “Ona Rabbinden (başkaca) mucize indirilmeli değil miydi?” derler. Cevaben de ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.”

Hz. Muhammed’den istenilen benzer talepler, Enam Suresi 6/109 ve Rad Suresi 13/7 gibi ayetlerde de yapılmıştır. Peygamberden vermesi istenilen cevap, mucizelerin Allah katında olduğunu anlatmasıdır. Hattâ bununla da yetinilmeyerek, Hz. Muhammed aşağıdaki ayetle uyarılmıştır.

Enam Suresi 6/35: “Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!”

Benzer bir ortamı anlatan diğer ayetler şöyle:

Şuara Suresi 26/3: (Resulüm!) Onlar iman etmiyorlar diye adeta kendine kıyacaksın!

4: Biz dilersek, onların üzerlerine gökten bir ayet (mucize) indiririz de, ona boyunları eğilekalır.

5: Bununla beraber kendilerine O Rahman’dan yeni bir öğüt gelmeyedursun, ille ondan yüz çevirirler.

Ayetlerin anlatımından anlaşılan o ki, Hz. Muhammed insanlara sürekli anlatmasına rağmen, katılımlar çok yetersiz kalmıştır. Bu duruma üzülerek, Rabbinden, insanları ikna edecek mucize olaylar oluşturması için yakarışlarda bulunmuş, ama beklediği sonucu alamamış olabilir.

Kur’an’da anlatılan bu açık ifadelere rağmen, bazı âlimler, Hz. Muhammed’le ilgili mucizelerden bahsetmişlerdir. İddialarına mesnet bulabilmek için, peygambere atfedilen hadisleri örnek gösterenler vardır. Ama biz, iddialarına Kur’an ayetini gösterenlerin savunmalarını irdelemekle yetineceğiz. İddialarına mesnet olarak kullandıkları ayet şöyle:

İsra Suresi 17/1: “Kulu Muhammed’i geceleyin, Mescidi Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.”

Ayet net bir şekilde, olayın, Hz. Muhammed’i sadece geceleyin Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya götürülmesi şeklinde oluşan, Allah’ın bir ayeti yani mucizesi olduğunu anlatmaktadır.

Bu netliğe rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an tercümesinde ilgili ayetin altına şu notu düşmüş: “İsra ve Miraç, Peygamberimizin mucizelerindendir. Hicretten bir buçuk yıl kadar önce vuku bulmuştur. Hz. Peygamber, bir gece Kâbe’nin çevresinde uyku ile uyanıklık arası bir durumda iken Cebrail gelmiş, onu Burak adlı, -bizce mahiyeti bilinmeyen- bir binite bindirerek, önce Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürmüş, oradan da göklere yükseltmiş “Sidretü’l-Müntehâ” denilen en üst makama ulaştırmıştır. Hz. Peygamber, bu makamı da geçerek Cenab-ı Hakk’ın huzuruna erişmiştir. Mucizeler, tabiat kanunlarının dışında cereyan eden harikulâde olaylardır. Bu sebeple, onları aklî ölçüler içinde değerlendirmek doğru olmaz.”

Öncelikle, ayette anlatılan gece yürüyüşü olayını, Hz. Muhammed’in mucizelerinden olarak nitelemek doğru mudur diye irdeleyelim. Kur’an’da anlatılan Hz. Musa’nın mucizeleri ve Hz. İsa’nın mucizeleri, bizzat peygamberler aracılığıyla, insanların gözleri önünde gerçekleşen doğaüstü olaylardır. Hâlbuki Hz. Muhammed’e yaşatılan şey, geceleyin ve sadece kendisinin gördüğü bir mucizedir. Diyanetin açıklamasına göre de, uyku ile uyanıklık arasında olmuştur. Yani peygamberin kendisinin bile tam uyanık olmadığını söylemektedirler. Dolayısıyla yaşanan olay, diğer peygamberlerinkiyle karşılaştırıldığında, Kur’an’ın anlatımındaki peygamberler aracılığıyla gösterilen nitelikte bir mucize olarak kabul edilmesi mümkün görünmüyor. Çünkü mucizeyi başka gören yok ve Hz. Muhammed’in kendisi de bu mucizeye doğrudan aracılık etmiyor. Hz. Musa’daki asasını yere atma, denize vurma, Hz. İsa’daki ölüleri diriltme şeklindeki somut görsellik yok.

Diyanetin ayetle ilgili açıklamasında, sadece bu yanlış yönlendirmeyle kalınmamış. Ayette olmayan ifadeler, ayete eklenmiş. Peygamberin, Mescidi Aksa’dan sonra göklere yükseltildiği anlatılarak şöyle devam edilmiş: “Burak adlı bir binitle önce Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürmüş, oradan da göklere yükseltmiş “Sidretü’l-Müntehâ” denilen en üst makama ulaştırmıştır. Hz. Peygamber, bu makamı da geçerek Cenab-ı Hakk’ın huzuruna erişmiştir.”

Bindiği binitin bile isminin yazıldığı bu açıklamalar üzerine söylenebilecek söz yok. Çünkü Kur’an bu gibi hususlarda, yine Diyanetin kendi tefsirine göre, net olarak şöyle diyor:

Nahl Suresi 16/116: Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, “Şu helâldir”, “Şu haramdır” demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.

Eğer Hz. Muhammed’e verilen bir mucize aranılırsa, ona indirilen Kur’an, en anlamlı mucizedir.

Şimdi de, peygamberlerin dışında mucize verilen kişiler olup olmadığını anlayabilmek için, yine Kur’an’a başvuralım.

Rad Suresi13/38: “Andolsun ki, biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan herhangi bir ayet getirmek ise, hiçbir peygamberin haddi değildir. Her ecel için bir yazı vardır.”

Benzer ifadeler Mümin Suresi 40/78’de de vardır.

Ayette, Yüce Yaradan’ın izni olmadan, hiçbir peygamberin ayet yani mucize getirmesinin hadleri olmadığı ifade ediliyor. Eğer Allah’ın izniyle ayet getirmek, yani mucize göstermek sadece peygamberlerle ilgili olmayıp, diğer kullara da verilen bir hak olsaydı, bizim rahatça anlamamız için ayetin ifadesi farklı olurdu. Ayetteki “hiçbir peygamberin haddi değildir” ifadesi yerine “hiçbir kulun haddi değildir” denilirdi.

Bu açık ifadelere rağmen, bazı âlimler mağarada 309 yıl uyutulan gençlerin olayını misal göstererek, peygamberlerin dışındakilere de mucize verildiğini iddia etmişlerdir.  Bu husustaki olaylar Kehf Suresi 16 ile 22inci ayetler arasında anlatılır. Gençler uykuda olmalarına rağmen, dışarıdan bakılınca uyanık oldukları zannedilir. Köpeklerinin durumu bile aynı şekildedir. Ayete göre bu, Allah’ın mucizelerindendir.

Şimdi, bu konuda Kur’an’da anlatılan olayları irdeleyelim. Mağaraya sığınan gençler, uyumuşlardır. Uyandıklarında ne kadar uyuduklarını bilememişleridir. Bir gün veya daha az uyuduklarını söyleyen olmuştur. Yani Yüce Yaradan’ın oluşturduğu mucizeden kendileri de habersizdir. Kendilerinin habersiz oldukları bir mucizeye şuurlu bir şekilde aracılık ettiklerini kim iddia edebilir?

Tek olan Tanrı, bu mucizeyi anlatmasındaki maksadını şu ayetiyle açıklar;

Kehf Suresi 18/21: “Böylece insanları onlardan haberdar kıldık ki, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu ve kıyamet gününden şüphe edilemeyeceğini bildirmek için, öylece şehir halkına buldurduk. Onları mağarada bulanlar, aralarında durumlarını tartışıyorlardı. Dediler ki: “Üstlerine bir bina (kilise) yapın. Bununla beraber Rableri, onları daha iyi bilir.” Sözlerinde üstün gelen müminler: “Üzerlerine muhakkak bir mescit yapacağız.” dediler.

Demek ki, peygamberlerin dışındaki kullarına, şuuru açık bir haldeyken mucizeye aracılık etme hakkı hiçbir şekilde verilmemiştir. Zaten, son peygamber olan Hz. Muhammed’e verilmeyen nitelikte görsel mucizenin, peygamber olmayan kullarına verilebileceğini düşünmek mantıksızdır.

Diğer yandan, Kur’an’ın bütününden anlaşıldığına göre, Yüce Yaradan’ın, mucizeleri peygamberleri aracılığıyla diğer kullarına göstermesinin amaçları; inanç konusunda tereddüt yaşayanların ikna olmalarının yolunu açmak, inananların kalplerini sağlamlaştırmak, Tanrı’nın yolunda savaşanları desteklemek gibi hususlardır. Ancak,  Yüce Yaradan bazen, kullarına gösterdiği mucizeler için bir aracı kullanmadan, doğrudan bizzat Kendisi, peygamberlerinin de seyredeceği şekilde herkese gösterir. Kur’an’da bahsedilen, inanmamakta ısrar edenlerin helâk edilmesi olayı, böyle bir mucize sonucu olmuştur. Denizi geçerken Hz. Musa’nın asasını denize vurmasıyla denizin yarılması da, bu nitelikte görülebilir.

Yine, Kur’an’dan anlaşıldığına göre, aracılı veya aracısız bütün mucizelerin, insanların gözleri önünde gerçekleşmesi gereklidir. Bu netliğe rağmen, mucizenin anlamının saptırılması, insanları kandırmak isteyenlerin işlerini kolaylaştırmaktır. İnsanları kandırırken gerçek bir mucize gösteremeyeceklerini bilen bazı kişilerin, İsra Suresinin birinci ayetindeki anlatımı saptırdıkları anlaşılıyor. İnsanları kandırmaya çalışmak isteyen bu yapıdaki şahıslar, rüyalarında gördüklerini söyleyerek mucize gerçekleştirdiklerini anlatırken, Hz. Muhammed hakkında İsra Suresinin birinci ayeti için yaptıkları bu alâkasız yorumu örnek gösteriyorlar.

İnsanları kandıran bu kişilerin, gösterdiklerini iddia ettikleri mucizeler, keramet olarak bahsedildiği için, keramet konusundaki irdelemelerimizi, makalemizin ikinci bölümünde yapacağız.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 1 için yorumlar kapalı

MÜSLÜMAN TÜRKLERDEKİ BAZI ÖRNEKLİKLER

MÜSLÜMAN TÜRKLERDEKİ BAZI ÖRNEKLİKLER

 

Makalemizde bahsedeceğimiz özelliklerin, Türklerin hepsinde ve belgeli tarihin tamamında görüldüğü düşünülmemelidir. Bizim gayretimiz, tarihi olayların, bilgilerin, belgelerin izin verdiği ölçüde ve önyargısız tarihçilerin ortak kararlarına yakın genelleme yapmaktır. Bu gayretime rağmen, benim Türk olmamın, yazacaklarımı, az da olsa, etkileyeceğini düşünmek gerekir.

Yazımızın amacı, insanlığın kötü gidişini durdurup, Dünyamızı, insan şeref ve haysiyetine yakışır bir şekilde yaşanabilir hale getirmenin yollarını aramaktır.

Türklerin bazı davranışları, İslamiyet öncesi ile sonrasında anlam açısından ilave gelişmeler göstermiştir. Gerek şahıs olarak, gerekse toplum olarak görülen bu ilave olumlu gelişmelerden dolayı, örneklik açısından Müslüman Türkleri ele alacağız. Çünkü bu aktaracaklarımızın, Müslümanlık öncesi anlayışın da çoğunu kapsamış olacağı açıktır.

Türklerin en belirgin özelliklerinden birisi, halkın bütününde görülen savaşçılık yapısıdır. Hükümdarlarından bilge insanlarına, rençperlerinden çobanlarına, din adamlarından zanaatkârlarına kadar halkın hepsi, bütünüyle bir savaş gücü gibidir. Savaşçılık yapısı, ihtiyaç olduğunda, kadınlarında da ortaya çıkar. Kadınlarda görülen bu savaşçılık ruhu, Türklerdeki kadın ve erkek ilişkilerinde, genel bir denge oluşmasına vesile olmuştur. Arapların bir kısmının, Müslümanlık öncesindeki kadına ve kız çocuklarına bakışlarını, bir şekilde İslâmiyet’in içerisine soktukları açıktır. Onlardaki bu yanlış uygulamanın birçok halklara yansıması gibi, Türklerde de uygulaması olmuştur. Ama bu durum, bizim denge konusundaki genellememizi ortadan kaldıracak kadar etkili değildir.

Türklerin, savaşmak için savaştıkları nadiren görülür. Bu sebeple, Avrupa’da görülen Yüzyıl Savaşları gibi anlamsız harpleri yoktur. Genellikle, ya kendilerine yapılan bir haksızlık veya saygısızlık için, ya da zorda kalan dostlarına, insanlara veya halklara yardımcı olmak içindir. Bazen çevrelerindeki kargaşalık kendilerini etkilediğinde, huzuru sağlamak için savaşmışlardır. Kimi zaman da, kendilerine yakın boylara bile hükümranlık yapmak ve şan kazanmak amacıyla savaşmışlardır. Türklerde görülen, imparatorluk yani büyük devlet kurma eğiliminin temelinde, bu duygu yatar. Bazen de, yaşadıkları bölgenin imkânlarının karınlarını doyurmaya yetmemesi ve çevrelerindeki diğer güçlü halklar tarafından sürekli rahatsız edilmeleri, yer değiştirmelerine sebep olmuştur.

Bilindiği gibi, Göktürklerde Bilge Kağan, Orhun Yazıtlarında (632), halkları yedirip içirdiğinden ve kargaşalığı bitirdiğinden bahsederek övünmektedir. Göktürkler, bu güzel ortamı sağlayabilmek için, çok savaşlar yapmak zorunda kalmışlardır. Balkan Bulgar Türklerinin hakanı Kurum Han ise, Hıristiyanlara, karşılık beklemeden iyilik yaptıklarından bahsetmektedir (810’lu yıllar). Kurum Han, karşılıksız iyilikler yaptıklarını söylediği Bizans imparatoru Nikoforos’u, 811 yılında yapılan savaşta yenmişti. (Kurun Hanın sözü şöyledir: “Doğru insanı ve yalancıyı Tanrı bilir. Bulgarlar, Hıristiyanların iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu unuttu. Fakat Tanrı biliyor.”)

Müslümanlıktan sonra ise savaş sebeplerine, İslâm’ı yaymak ve bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamak eklenmiştir. Gazneli, Selçuklu ve Timurlu Türklerinden sonra Osmanlı Türkleri de, bu amaca yönelik çalışmalar yapmışlardır Bir bayrak altında toplamaya güçleri yetmediğinde, kendi topraklarını mazlumlara ve mağdurlara açmışlar ve sıcak bir yuva sağlamaya çalışmışlardır. 1492’de İspanya’dan atılan Yahudilerin melce bulabildikleri tek ülke Osmanlı Türkleri olmuştur. Yine 1550’lerin ortalarında, ta Uzak Doğuda Sumatranın kuzeyindeki Açelilere yardım etmişlerdir. 1877-78 Rus Savaşından sonra toprakları işgal edilen ve Türk olan olmayan bütün Kafkas halklarına kucak açmışlardır. Hem de, kendisi ihtiyaçlı haldeyken ve kimseden yardım almadan onları barındırmışlardır.

Yukarıda saydığımız Türklerin bu tavırlarıyla ilgili bahsettiğimiz kanaatlerimiz, yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, bütün Türk devletleri için ve her dönemde geçerlidir denilemez. Ancak, bilhassa en çok bilgiye sahip olduğumuz Osmanlı Türklerinde, bu kanaatimizi doğrulayan davranışlar vardır. Bunların bir kısmını, bu sitede yayınladığımız Osmanlı Türklerinde görülen uygulamalardan bahsettiğimiz bazı yazılarımızda ifade etmiştik.

Bu makalemizde, Osmanlı Türklerinin yaptıkları başka bazı uygulamalarını ele alacağız. Öncelikle, devlet olarak kendi ülkesindeki uygulamaların bazılarına bakalım.

Başka birçok ülkeden farklı bir uygulama yaparak, lordlar, baronlar veya kapitalistler benzeri zenginlerin oluşmasını engellemeye çalışmıştır. Böylece halkın, zenginlerce ezilmesini engellemeyi hedeflemiştir. Belki bu uygulamanın bir amacı da, kendi hükümdarlık sülalesinin karşısına başka bir güç çıkmasını engelleme de vardır. Ama halka baskı yaparak zenginlemeye çalışan resmi yöneticileri, kendi sülalelerine rakip olmayacaklarını bildikleri halde cezalandırmaları, halkı da koruduklarını gösterir.

Osmanlıdan önce yaşamış başka halkların da kurduğu vakıflar sistemini geliştirerek, halkın ihtiyaçlarının giderilmesine, devletin gücüne ek olarak, imkân hazırlamıştır.

Dini gurupların zenginleşmelerinin önünü kesmek için, çeşitli dini esaslı vergiler koymuştur. Hiçbir dini cemaatin güçlenmesine ve devlete sızmasına izin vermemeye çalışmıştır.

Veraset ve zilliyetin tanzimini yaparken mümkün olduğu kadar, zenginleri değil halkı korumayı düşünmüşlerdir.

Toprakların işlenmesiyle ve mülkiyetle ilgili düzenlemeleri, toprak ağalığını koruyacak yönde değil, üretimi artırıcı şekilde yapmaya gayret etmişlerdir.

Ülkede yaşayan herkesin önünü açmak için gayret etmişlerdir. Bu amaçla, sınıf kavramının oluşmasına müsaade etmemişlerdir. İnsanların; kendi akıllarıyla, kabiliyetleriyle, bilgileriyle, o güne kadar ortaya koydukları işleriyle bağlantılı olarak, mümkün olduğu kadar layık oldukları konuma gelmelerinin önünü açmışlardır. Devlet görevlerinde, vakıflarda vb yerlerde, belli gurupların hâkim olmalarının önünü kesmeye çalışmışlardır.

Ülkedeki mal sıkıntısını azaltmak ve halkın ihtiyaçlarını daha çok karşılamak için, ihracatı zorlaştırmış, ithalatı kolaylaştırmıştır. Bu uygulamaları, neredeyse diğer bütün devletlerden farklı olmuştur. Diğer birçok devlet, aksine, gümrük duvarları oluşturarak, ithalatı zorlaştırmışlardır. Ülke içerisindeki fiyatların artarak halkı sıkıntıya sokmasını engellemek amacıyla, fiyatları sınırlayan narh sistemini uygulamışlardır.

Eğer devleti yönetenlerin amacı, kendi imkânları olmayan halka, insan şeref ve haysiyetine uygun yaşayabilecekleri bir yurt oluşturmak olmasaydı, yukarıdaki uygulamaları yapmaya çalışmazlardı. Halk arasında yaygın olan “kerim devlet” anlayışı, yukarıda saydığımız ve aktarmadığımız uygulamaların yapıldığının göstergelerindendir. (1815 Büyük Avrupa Barışı sonrasında ve bilhassa 1865 ABD İç Savaşından sonra 1914 yılına kadar, devlet olarak zenginleşmiş Birleşik Krallık’ tan 20 milyon insan göç etti. Okyanustaki her türlü ölümüne şartlara rağmen göç ettiler. Çok zor şartlar altında yapılan ve bir kısmı macera ama çoğu fakirlikten kaçış için yapılan bu yolculuklara sebep olan devlet uygulamaları, Türklerin bu uygulamalarıyla karşılaştırılabilir.)

Devleti yönetenler ve halkın ileri gelenleri; mazlumları ve mağdurları korumaları gerektiği şeklindeki bir görevin omuzlarına yüklendiğinin şuurlarında olduklarında, yukarıdaki uygulamalar sürdürülmüştür.

Elbette, devleti her yöneten bu anlayışta olmamıştır. Yukarıdaki uygulamalara uymadan devleti yöneten hakanların, beylerin, sultanların, padişahların ve onların altındaki idarecilerin nasıl davranmaları gerektiği hususunda bilge insanlar zaman zaman ikazlarda bulunmuşlardır. Müslümanlık öncesi dönemde bu görevi, toy denilen, boyların ileri gelenlerinden oluşan danışma kurulları yapmışlardır. Sonrasında “aksakallılar” heyeti gibi istişare kurumları oluşturulmuştur.

İslâmiyet sonrasında yöneticilere yapılan uyarılardan bir kısmı yazılı olmuştur. Farabi’nin, Yusuf Has Hacib’in, Şeyh Edebalı’nın, Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın yaptıkları uyarılar bunlardan birkaçıdır. Bu mümtaz kişilerin bu hususlardaki fikirleri hakkında, bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde bilgi verdiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

Yazımızın başlarında ifade ettiğimiz Osmanlı Türklerindeki savaşçılığın; toplumun her kesimince benimsenerek hayata yansıtılması, askeri savaşçılığın, belli bir zümrenin tekelinde olmasını engellemiştir. Bu konum, Osmanlıda devlet ile toplum yapısının esasını teşkil etmiştir. Diğer yandan, eli kılıç tutabilecek her insan, en azından bir Cuma veya cenaze namazını kıldırabilecek şekilde dinin ameli bilgileriyle de teçhiz olacak şekilde yetiştirilmeye çalışılırdı. Böylece, askerler ile toplum arasında bir birliktelik oluşurdu.

Askeri savaşçılıktaki bu denge, 1585’ten sonra değişmeye başladı. Akıncı dediğimiz ve halktan oluşan ordu gücü neredeyse yok oldu. Buna karşılık, Yeniçeri veya Kapıkulu dediğimiz toplama ordunun nüfusu çok fazla arttı. Sonuçta denge çok bozulunca, Yeniçeriler devlete bile başkaldırmaya başladılar. Devlet, tarihte görülmemiş bir şekilde, kendi ordusunu top atışlarıyla yok etmek zorunda kaldı (1826). Türklerde, ne zaman askeri savaşçılık belli bir zümrenin etkisinde kalmışsa, devlet ile toplum yapısındaki denge bozulmuş ve sorun olmuştur.

İslâmiyet’teki cihad kavramı, Türklerde, Kur’an’daki anlamına uygun olarak algılanmıştır. Önce kendi nefsine karşı savaşılmaya çalışılmıştır. Kendi iç cihadını kazanan için cihad; sömürüye ve zulme karşı, ihlasla ve zamanının tekniğini kullanarak, hakkı tesis yolunda savaşmak olarak değerlendirilmiştir. Karşı tarafa yapılan hücumların bile çoğunluğu, zulme karşı durmak, sömürüyü engellemek ve hakkı tesis etmek için, meşru müdafaa anlamında yapılmıştır.

Müslüman olduktan sonra Türklerin, imparatorluk kurarak geniş halk kitlelerini adaletle yönetmek uğruna savaş iradesini göstermelerinin temelinde yatan önemli bir sebep, yukarıdaki anlamdaki cihad anlayıştır.

Eğer amaç, kendi topraklarını genişletmek ve gittikleri yerleri sömürmek olsaydı, oralardaki halkları (Anadolu dâhil) dinleri, dilleri, örf ve adetlerinde, hem de asırlarca, serbest bırakmazlardı. Yatırımlarını, yeni gittikleri yerlere değil, kendi öz yurtlarına yaparlardı. (Bu durum; İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Hollandalıların, Belçikalıların, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, egemenlikleri altındaki ülkelerden kazandıklarını, kendi öz ülkelerine yatırmalarıyla karşılaştırılabilir.)

Eğer amaç; farklı kesimlerden, farklı dillerden farklı örf ve adetlerden olan mazlum halkları huzur içerisinde yaşatmak olmasaydı, 1911 yılında farklı davranırlardı. Osmanlı Türklerinin, bırakın savaş gemisini, askerleri taşıyacak gemileri bile yokken, Enver Paşa, “orada tek umudu bizler olan mazlum insanlar var” diyerek, her türlü zorlukla boğuşarak ve ülkenin umudu olan az sayıda arkadaşıyla kendilerini ateşe atarak, Trablusgarp’a gitmezdi.

Osmanlı Türklerinin bir başka örnekliği, kendi kurumlarını oluşturmuş olmalarıdır. Bu kurumların bazıları şunlardır:

Yeniçeri Ocağı, Osmanlıya has bir kurumdur.

Halkın içerisinden zeki çocukları toplayarak Enderun denilen okulda eğitip üst yönetici yapmaları da, kendilerine özel bir kurumdur.

Örfi hukuk ile şeri hukuk kurallarını ayırmaları da, Müslümanların içerisinde Osmanlı Türklerine ait bir kurum olarak sayılabilir.

Ayrıca, dindeki ruhban sınıfın etkisini, başka dinlerdekine göre çok azaltmışlardı. Dinde en yüksek makam olan Şeyhülislam, dini gurupların ve kuruluşların kendi içlerinde yaptıkları seçimle değil, padişahın tayiniyle göreve başlardı. Diğer dinlerle karşılaştırıldığında, bu uygulamaları da, kendilerine özel kurumlaşma olarak değerlendirilebilir.

Yavuz Sultan Selim’den itibaren başlayan halifelik de (1517), zaten padişahın uhdesinde idi. Bu yapısıyla da halifelik kurumu, dini açıdan sadece sembolik hale getirilerek, Osmanlı Türklerine has bir kurum gibi görülebilir.

Vakıflar sistemini halka hizmet edecek şekilde geliştirmeleri, kurallarını koymaları da kurumlaşma olarak nitelenebilir.

Yusuf Has Hacib’in 1069 yılında yazdığı Kutadgu Bilig adlı eserindeki devlet anlayışını inceleyen Şaban Teoman Duralı, aşağıdaki kanaate ulaşır:

“Türk; mazlumların ve mağdurların yardımına koşmanın, bunu yaparken zalime karşı durmanın, zalime karşı mücadele ederken kendisinin hiçbir maddi fayda görmeyeceğini bilmenin, insanları yedirip içirmek gibi ulvi amaçlar peşinde koşmasının, boynunun borcu olduğunu düşünür. Türk, bu günler ve bu dava için dünyadadır.”

Bu yazıyı kaleme almaktaki amacımız, yukarıda saydığımız özelliklerin ve uygulamaların benzerlerine günümüzde ihtiyaç olduğunu düşünmemizdir.

Yusuf Has Hacib, eserinde dünyadaki kötülüklerin çokluğundan bahseder. Anlatılan kötülüklerin benzerleri, günümüzde de daha yaygın olarak vardır. Yazar, fazilet, adalet, mutluluk ve kanaatkârlık gibi değerlerin üzerine akıl ve bilgi ekleyecek ideal yönetimin kurulabileceği kanaatindedir.

Yusuf Has Hacib, böylesine ideal bir yönetimin, kötü olan bu dünyayı yaşanabilir hale getireceğine inanmaktadır.

Eğer biz de inanıyorsak; Yüce Yaradan’ın yolunda büyük bir cesaretle yürürken, hem bu değerlere sahip olmaya gayret etmemiz, hem de yukarıda aktardığımız uygulamaların daha faydalılarını, günümüz şartlarında gerçekleştirme çabası içerisinde olmamız gerektiği açıktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | MÜSLÜMAN TÜRKLERDEKİ BAZI ÖRNEKLİKLER için yorumlar kapalı

MUT’A NİKÂHI ÜZERİNE

MUT’A NİKÂHI ÜZERİNE

 

Yüce Yaradan’ın sözü olan ve değiştirilememiş tek kutsal kitap olarak kalan Kur’an’ın Arapçasında, “mut’a” kelimesi geçmez. Apaçık olan bu gerçeğe rağmen, acaba tercümelerde mut’a kelimesi neden kullanılmış olabilir?

Neden mut’a kelimesinin kullanıldığına net bir cevap vermemiz mümkün değil. Mantıklı bir cevap oluşturabilmek için, tercümelerde mut’a teriminin geçtiği ayetleri incelemememizin doğru bir yaklaşım olacağı kanaatindeyim.

Bu ayetlerden birisi, Bakara Suresinin 236ıncı ayetidir Bu konuda, Diyanet İşleri Başkanlığının tercümesini aşağıya alıyoruz.

2/236: “Kendilerine el sürmeden ya da mehir belirlemeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur. (Bu durumda) -eli geniş olan gücüne göre, eli dar olan da gücüne göre olmak üzere- onlara, aklın ve dinin gereklerine uygun olarak mut’a verin. Bu, iyilik yapanlar üzerinde bir borçtur.”

Ayetin tercümesini bu şekilde veren Diyanet, dipnot olarak mut’a kelimesinin anlamını açıklamak ihtiyacını hissederek, şu bilgileri vermektedir.

.Mut’a, yararlandırmak ve yararlanılan şey demektir. Terim olarak ise mehir belirlenmeksizin kıyılan nikâhtan sonra, ona dokunmadan ve “halvet”te bulunmadan boşanan kadına, boşayan tarafından verilmesi gereken, giyim eşyası, mal, ya da bunların karşılığıdır. Mut’anın miktarını, bununla yükümlü kimsenin malî durumu belirler.

Şimdi, hem ayetin başındaki ifadeleri hem de Diyanetin mut’a tarifini aklımızın iyi bir köşesine yazarak, irdelemeye devam edelim.

Ayetin başlangıcında, “kendilerine el sürmeden” dedikten sonra, “kadınları boşarsanız size bir günah yoktur” diyen bir hüküm geliyor. Demek ki, kendilerine el sürdükten sonra kadınları boşamamamızda, bize bir günah var. Fakat bu husus ve şartları, ayrı bir yazı konusu olduğundan bu makalemizde ele almayacağız.

Peki, tefsircilerin ve tercüme yapanların önemli bir bölümü, mut’a sözünü tercümelerine neden eklemiş olabilirler diye bakalım. Ayetin başlangıcındaki, “mehir belirlenmeden kadınları boşarsanız” ifadesi üzerine böyle bir ekleme yapıldığını tahmin ediyorum. Çünkü kadınlarla evlenirken mehir belirlenmediği için, boşayınca onlara bir pay verme durumu doğmamış oluyor. Bu durumu değerlendiren İslâm Âlimlerinin bir bölümü, kadınları boş göndermemek ve onlara iyilik yapmak düşüncesiyle, adına mut’a dedikleri bir maddi yardım verilmesini uygun görmüş olabilirler. Bu yardımın da, ayni olabileceği gibi nakdi de olabileceğini vurgulamışlar, ama bir sınır koymamışlar.

İnsanlara bu tavsiyeleri yapan İslâm Âlimleri, bu konuda erkekleri uyarmak için, önemli bir açıklama yapmayı da ihmal etmemişler. Mut’a yardımının verilebilmesi için, “kadının, mehir belirlenmeksizin kıyılan nikâhtan sonra, ona dokunmadan ve halvette bulunmadan boşanmış olması gerektiğine” dikkat çekmişler.

Bu açıklamaları yapan İslâm Âlimlerinin söylediklerinde, Kur’an’a aykırı bir husus görünmüyor. Onların açıklamaları, 236ıncı ayette bahsedilen “bir günah yoktur” sözünden sonra ayetin sonundaki “iyilik yapma” hükmüne uygun düşmektedir.

Diyanetin tercümelerinde, mut’a kavramını kullandığı bir başka ayet de şöyle:

Ahzap Suresi 33/49: “Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâh edip de sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet (bekleme) hakkınız yoktur. Derhal mut’alarını (mehirleri belirlenmediği takdirde yararlanacakları bir mal) verip onları güzel bir şekilde salıverin.”

Görüldüğü gibi bu ayette, iman edenlere hitap ederek, mümin kadınları nikâh etmekten bahsedilmektedir. Bu ayette de Bakara 236’da olduğu gibi, kadınlara dokunmadan boşanma durumu ele alınmaktadır. Mut’a, yani yardım verilmesini de, parantez içerisine aldıkları mehirlerin belirlenmemesi şartına bağlamaktadır. Amaç, kadınları, güzellikle salıvermek, onlara iyi davranmaktır.

Şimdi tekrar düşünelim.

Ayetlerde, mut’a kelimesi geçmiyor. Bazı İslâm Âlimlerinin de bu konudaki açıklamaları Kur’an’la çatışmıyor. Ama Kur’an’da olmayan bir kelimeyi -muhtemelen- iyi niyetle de olsa, bazı Âlimlerin, gereksiz yere ve kendi düşünceleri olarak, Kur’an tercümelerinde kullanmalarının, günümüzdeki sonuçlarını irdeleyelim. Asırlardır ve günümüzde, mut’a nikâhı nasıl biliniyor?

Bunu da, mut’a nikâhının varlığını savunan ve anlatanlardan dinleyelim. “Mut’a nikâhı, bir kadınla, ücret mukabilinde onun cinsel yönünden yararlanmak üzere, belli bir süre için yapılan sözleşmedir.”

Bu açıklamayı yapan ve kendilerini İslâm’la bağlantılı olarak tanıtan web siteleri, bu durumun İslâm’ın başlangıcında var olduğunu, peygamberimizin de buna onay verdiğini yazmaktadırlar. Ancak bu siteler bile, daha ileri gitmeyerek, bu durumun sonradan nesh edildiğini açıklamak zorunda kalmışlar.

Ama İslâm Âlimlerinin –en hafif deyimle- bilinçsiz davranarak yaptıkları bu kelime ekleme ve nesh gibi yanlış tefsirlerinin sonucunda, asırlardır ve günümüzdeki uygulamalara bakıldığında, maalesef, mut’a nikâhı, tamamen ücret karşılığı olarak yapılmaktadır. Mümin kadınlarla değil de vücudunu satarak para kazanmak isteyen kadınlarla yapılmaktadır. Dolayısıyla mut’a nikâhı, geçici zevklerini zina konumundan çıkaracak bir kılıf için uydurulmuş bir yorum durumuna düşülmüştür ve yaygın durumdadır.

Peki, bazı sitelerin, eski İslâm âlimlerine dayanarak anlattıkları nesh ne demektir? Nesih-mansuh fikrini savunanlar, sonradan inen ayetlerin öncekilerin geçerliliğini ortadan kaldırdığını öne sürmektedirler.

Nesih anlayışını savunanların iddiasının, aslında, net olarak: “Allah’ın, insanlara bir tavsiyede bulunduktan sonra, ‘tüh be, dalgınlıkla yanlış bir öğütte bulundum, geç aklıma geldi ama olsun, hemen eskisini iptal edeyim de yeni bir tavsiyede bulunayım’ demesinden başka bir açıklaması yoktur.”

Eğer, “Tanrı’nın, kafasının karışabileceğini, hata yapabileceğini, sonradan hatasını düzeltmek için kullarından özür dileyerek yeni tavsiyelerde bulunacağını” düşünenlerden isek, parası karşılığında mut’a nikâhı yaparak, kadınlarla cinsel ilişkiye girilmesi hususunu, kendi menfaatimize göre değerlendirmemiz, karakterimize uygun düşecektir. Çünkü Tanrı’nın kafasının karışık ve dalgın olduğu, zaman zaman hata yaptığı bir din anlayışına sahipsek, bizim, kendi menfaatlerimizin peşinde koşmamız, anlayışımızın ve karakterimizin bir göstergesi olacaktır.

Şimdi düşünelim. Bütün kâinatı, en ince ayrıntısına kadar düşünerek yaratan, kâinatın içerisinde akıllı, şuurlu ve özgür varlıklar oluşturan bir Tanrı var. Yarattığı kullarının hiçbir ihtiyacını eksik bırakmayan, her türlü tabii güzellikleri gözlerinin önüne seren bir Yaradan var. Kullarına sevgi, nefret gibi ihtiyaçları olan her türlü duyguyu veren, onların huzurlu olmaları için sürekli yol gösteren bir Yaratıcı var. Dolayısıyla bütün eksikliklerden münezzeh bir Tanrı’ya inanıyorsak, günümüzdeki anlamıyla mut’a nikâhından bahsedilemez. Mut’a nikâhı, Yüce Yaradan’ın hoşlandığı davranışlara, yarattığı kullarının onuruna aykırıdır ve kesin olarak Kur’an dışıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | MUT’A NİKÂHI ÜZERİNE için yorumlar kapalı